Görüş Bildir
Haberler
Plaza Köylüleri: Aynılaşma Ekonomisine Başkaldıranların Hikayesi

etiket Plaza Köylüleri: Aynılaşma Ekonomisine Başkaldıranların Hikayesi

Prof.Dr. Duygu Aydın
05.10.2022 - 00:14

Reklamcılık gibi tam da plazaların göbeğinde beyaz yakalılığın hakkını veren bir dünyadan çıkan sistem eleştirisi - Plaza Köylüleri belgeseli - izleyiciye sunuldu. 4129grey Kreatif Grup Başkanı Hazar Uyar’ın hem senaristliğini hem de yönetmenliğini yaptığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Fonu desteğiyle çekilen belgeselin ilk gösterimi, bu yıl 59.’su düzenlenen Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde gerçekleşti.

Yönetmen Hazar Uyar’a belgeseliyle ilgili bu yazıya özel çerçeve yapabileceğimiz cümlesinin ne olduğunu sordum ve bir manşet attı.

İçeriğin Devamı Aşağıda
Reklam

“Plaza Köylüleri, sistemin içinde varoluş savaşı veren bir neslin hikayesi. İnsanca yaşamak isteyen ruhların kapitalist sancıları…”

“Plaza Köylüleri, sistemin içinde varoluş savaşı veren bir neslin hikayesi. İnsanca yaşamak isteyen ruhların kapitalist sancıları…”

“Önce en iyi okulları kazanmak için çalıştılar, sonra en iyi kurumlarda işe başlamak ve en iyi pozisyonlarda çalışabilmek için... Onlar, beyaz yakalılar. Çalıştıkları plazalardaki camların sera etkisinden midir bilinmez, şimdi neredeyse hepsi bir kasabaya veya memleketlerine yerleşip “organik yaşam” hayali kuruyor. İşin garibi, köye yerleşenler ürettikleri ürünü yine plazalardaki arkadaşlarına satarak hayatını sürdürüyor.

Organik, ekolojik, yavaş, doğayla iç içe hayatlar sosyal medyadaki kadar gerçek mi? Türkiye'deki eğitimli insanları göçe iten etkenler neler? Şehirler neden yaşanamaz halde? Köye gidenler ne kadar köyde kalıyor? Neler yaşıyor? Ve şimdi ne yapıyorlar?”

Tanıtım metninde bu ifadelere yer verilen belgesel, beyaz yakalı olarak tanımlanan iş dünyasından uzun zamandır duyulan bir çığlığın vücut bulmuş halini bize yansıtıyor. Sorduğu sorular ve verdiği cevaplarla sosyolojik bir gözlem yapmamıza fırsat tanıyor.

İnsan dışta aradığını bulamadığında içe yolculuk başlar.

İnsan dışta aradığını bulamadığında içe yolculuk başlar.

Yazının sonunda söyleyeceğim sözümü başta aktarayım; “İnsanın anlam arayışı hiç bitmeyecek bir yolculuktur. Aradığının dışarıda değil içinde olduğunu anladığında içsel bir tatminle istediğin durakta inersin.” 

Belgeselde konuşmacılardan biri şöyle diyor; “Her beyaz yakalının bir aydınlanma anı var. bazen toplantıda, bazen yemekte…Ne yapıyorum ben burada? dediği bir an.” Her insanın böyle bir anı vardır. Koşulları ne olursa olsun, mavi yakalı, iş arayan, çalışmamayı tercih eden, ülkeleri yöneten herkes ömründe bir an durup bu aydınlanmayı yaşamıştır. Aradaki farkı, sorgulamanın ne kadar derinleştirildiği ve koşulların zorluğu oluşturuyor olabilir.

Bir başka beyaz yakalının şu ifadelerine kulak verelim; “Mutsuz uyanıyoruz, mutsuz çalışıyoruz, mutsuz eve dönüyoruz. Şehirdeki güzellikleri görecek zamanımız bile yok. İstanbul’a yerin metrelerce altında metrodan ve gri bir alandan bakıyorum. Ben İstanbul’a bile bakamıyorum ki! Niye bunun içinde kalayım? Bana vaat edilen şey nedir? Mutsuzluk, trafik, hırs, ego?”

Mücadele edersem kazanır mıyım?

Mücadele edersem kazanır mıyım?

İnsanlığın kendi eliyle kurduğu bu ekonomik düzen, insanı özünden uzaklaştıran, metalaştıran ve çürüten bir işleyişe sahip. Önce cazip bir havuç gösteriliyor. Peşinden gidebilmen için birilerini elemek, oyundan çıkarmak zorundasın. Hipnotize edilmiş ilerleyiş daha işe alım sürecinde başlıyor. Aslında daha gerilere de gidebiliriz. Şimdinin beyaz yakalıları, anne babalarının ‘mücadele edersen kazanırsın’ sözleriyle büyüdü. Mücadele duygusu benliklerine öyle bir yapıştı ki, hayat artık işiyle, gücüyle, özel yaşamıyla yani tüm yönleriyle bir mücadeleye dönüştü. İyi bir eğitim, ardından iyi bir iş, ardından iyi bir evlilik, iyi bir çevre…Hipnoz devam ediyor. Belgesel konuşmacısı bunu şöyle anlatıyor; “Senin suyunu sıkıyorlar sıkıyorlar, artık sıkılacak suyun kalmadığında da işimize yaramıyorsun deyip kapının önüne koyuyorlar. Üstelik bunları bilerek her gün aynı savaşa uyanıyorsun. Uyandın, trafikte işe gitmek bir savaş, orada kendini göstermek savaş, eve geldin sosyalleşmek, kendine vakit ayırmak bir savaş…İnsanlar bu savaş halinden kaçıyor olabilir.” 

Başlangıçta çekici gelen bu sistem ruhu yavaş yavaş köhneleştirir. Yaş olarak da henüz olgunlaşmamış genç ruhlar, bu dünyayı deneyimlemeyi doğal olarak daha ilgi çekici bulur. Elinde kahvelerle oradan oraya koşuşturan, sürekli meşgul, sürekli toplantı yapan prezentabl insanların dünyası. Lüks mekanlar, havalı yemekler, seçilerek davetli olunmak istenen özel ortamlar…Kendini seçilmiş hissetmek, meşgul izlenimi vermek, bir yere ait olmak, işe yarar hissetmek ve daha birçok motivasyon bu dünyayı kimlik arayışında olanlara cazip kılar, ele geçirir ve aynılaştırır.

Hayatımız kutu içinde kutu!

Hayatımız kutu içinde kutu!

Sistem aynılaştırma üzerine kurulu ve belgeselin en can alıcı bölümü bu konu üzerinden ilerliyor. FutureBright Group kurucusu Akan Abdula aynılık ekonomisi olarak tanımlanan konuyu distopik bulduğunu ifade ediyor. Sosyolojik olarak ülkemizde yaşama biçimimize baktığımızda, aynı sınavlara girmemizin, aynı okullarda okumamızın, aynı yerlerde çalışmamızın ve daha birçok aynılığın bu türlü bir ekonominin göstergesi olduğunu belirtiyor. Abdula’nın bir araştırmadan aktardığı ‘kutu içinde kutu’ sözüyle ilgili açıklamasına gelin kulak verelim.

“Hayatımız kutu içinde kutu. Gittiğim bina bir kutu, asansöre biniyorum kutu, gittiğim kat bir kutu, geçtiğim departman bir kutu, birimime yönlendiriliyorum kutu, masama oturuyorum kutu. Kutu içinde kutu. Bu korkunç bir aynılık. Sonra oradan çıkıp aynı alışveriş merkezinde başka bir kutuya otur, o kutunun içindeki restoranda başka bir kutuya otur. Herkesin benzer laflar ettiği kutulu bir dünya. Yukarıya çıktıkça ruhundan bir bedel de ödemek zorundasın. Aynılık ekonomisi torna gibi çalışır. Seni eşitler arasında birinci görmek istemez. Aynılık ekonomisi seni aynı şekilde etkin hale getirmeye çalışır. Etkin oldukça eşitler arasında birinci olduğumuz yeteneğimiz zamanla ölmeye başlar. O aslında bizim ruhumuz. Çünkü onunla bağlantı kurduğumuz zaman biz oluyoruz. O ölmeye başladığı anda bizde sorgulama başlıyor. Bir dakika! Acaba ben görülmüyor muyum? Benim yeteneğim ne olacak? Ben ruhumla nasıl bir bağlantı kuracağım? sorularını soruyorum. Bu soruları sorduğunuz anda aynılık ekonomisinin sizden neler çaldığını fark ediyorsunuz ve büyük bir uyanış oluyor.”

Aynılaşmanın sorgulanması çıkışın başlangıcıdır.

Aynılaşmanın sorgulanması çıkışın başlangıcıdır.

Şair ve yazar E.E.Cummings’in şu sözü çınlar kulağımızda; “Seni diğerlerinden farksız yapmaya tüm gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada, kendin olarak kalabilmek, dünyanın en zor savaşını vermek demektir. Bu savaş başladı mı, artık hiç bitmez.” Cummings bu sözleri belki de hayat üzerine söylememiştir, ancak sözlerin sonsuzluğu insanlığın her dönemini anlatır gibidir. Aynılaşmanın arkasındaki en büyük anlamlardan biri, bizi özümüzden ve içselimizden uzaklaştırmasıdır. Konunun üst farkındalıkla ilgili boyutuna girmeden, basitçe bu dünyanın deneyimlerine baktığımızda da aynılaşmanın nasıl bir sancıya yol açtığını görmek mümkündür. Belgeselde birbirine benzeyen insanların, mekanların, aynı yemeklerin, aynı konuşmaların, aynı egoların ve hatta toplantılardaki aynı krizlerin bir süre sonra sıkıcı gelmeye başladığı ifade ediliyor. Bu aynı zamanda sorgulamaların da çıkış noktasıdır.

Köstebek gibi yaşadığımız dünyanın yabancısıyız.

Aynılaşmanın kent yaşantısıyla ilişkisi hakkında Prof.Dr.Yıldırım Şentürk’ün belgeselde yer alan konuşmasından şu sözleri öne çıkarabiliriz:

“Köstebek gibi bir yaşamda yabancılaşıyoruz…Örneğin İstanbul’da yaşayan çoğu insan Yenikapı’yı bilmiyor. Oysa, her gün gittiğin bir Yenikapı var, metroyla gelip aktarma yapıyorsun ama oradaki gökyüzünü bile görmüyorsun. Güvenlikli siteler kapsül bir kent yaşamı sunuyor. Şehri yine deneyimleyemiyorsun. Ya bu refah adacıklarının içinde olacaksın, ya da şehrin sorunlarıyla baş başasın. Refah adacıklarında olmak aynı zamanda bir şovenizme de dönüşüyor. Birbirinin aynı rezidans reklamları, ayrıcalıklar sunan bir dünya olarak gösteriliyor.” 

Şentürk, mesai kavramının ve kişinin kendisine ayıracak bir zamanı kalmamasının, kentle kişi arasına bir bariyer çektiğini ifade ediyor. Buna göre kişiler zamanları olmadığı için kentte önemsedikleri, sevdikleri birçok şeyden uzaklaşmaya ve yabancılaşmaya başlıyor.

İçeriğin Devamı Aşağıda
Reklam

Pastoral hayatların kimlik arayışı yine plazadan mı geçiyor?

Pastoral hayatların kimlik arayışı yine plazadan mı geçiyor?

Peki, bu sistemin dışına çıkma kararı alan ve kendilerinin tabiriyle daha pastoral ve kırsal yaşama geçiş yapan beyaz yakalılar nasıl bir yaşamla karşı karşıya kalıyorlar? Soruyu sorarken karşı karşıya kalmak sözünü seçen zihnim, yine bir mücadelenin varlığına dikkati çekme gayreti içinde. Zira, belgeselde sıklıkla yeni yaşamın karşılaşılan ilk zorluklarına değinilmiş. Mücadele gerektiren doğa koşullarının yanı sıra, kültürel yaşam içerisinde de kırsalda beyaz yakalı olarak etiketlenmek ve hatta kimileri için dışlanmanın zorlukları dile getirilmiş. Belgeselde ilgi çekici bir diğer tespit, kırsala göç eden beyaz yakalıların çoğunlukla orada da kent mantalitesini sürdürdükleri yönünde. Organik tarım yapıp, ürünlerini bir marka hikayesi yaratarak, tatlı ambalajlarla ve etkili pazarlama yöntemleriyle, yani o eski bildikleri dille, yine beyaz yakalılara satıyor olmaları bunun bir göstergesi olarak ifade ediliyor. Dolayısıyla aynı kimlik arayışı ve kısır döngü bir miktar orada da devam ediyor. Kimilerinin yeni yaşama biçimlerinden çok mutlu olduğunu, kimilerinin ise kent yaşamına tekrar göz kırptığını anlıyoruz. 

Sen beni yenmedin, ben seninle oynamadım.

Sistem eleştirisiyle ilgili olarak belgeselde bir konuşmacının aktardığı “Sen beni yenmedin, ben seninle oynamadım” cümlesi çarpıcı bir etki bırakıyor. Onca eğitim, donanım ve kariyere rağmen bunları kendi kararıyla bırakmak ve sistemden çıkmak en cesur başkaldırı gibi görünüyor. 

Peki sistemden çıktığımızda bizi ne bekliyor?

Bize dayatılmış olan kimliklerden ve sahtelerden uzaklaştığımızda, fizyolojik, zihinsel ve duygusal birçok dönüşümün yaşanması beklenir. Bunların bir kısmı belgesel konuşmacıları tarafından dile getiriliyor. Bu yalnızca kentten kırsala göç etmekle ilgili bir durum olmamalı muhakkak. Belgesel, bulunduğumuz koşullar içerisinde kendi yaşamımıza dair yeni bir bakış açısı için açılım sağlıyor. Yaşamın farklı boyutlarının olabildiğini görmek, farklı bakabilmek ve yeni deneyimler kazanmak, alışılmışın ve konforun dışına çıkmanın getirdiği birçok zorluğa karşın içsel tatmini yüksek bir dönüşüm fırsatıdır. O halde, yaşamımızla ilgili olasılıklarımızı fark etmeye yelken açalım ve yeni hikayelerde buluşalım. Herkes için insanca yaşamanın ve çalışmanın mümkün olduğu bir dünya yaratabilmemiz dileğiyle…

Instagram

Twitter

Yorumlar ve Emojiler Aşağıda
Reklam
BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
19
7
1
0
0
0
0
Yorumlar Aşağıda
Reklam
ONEDİO ÜYELERİ NE DİYOR?
Yorum Yazın
Adam

beyaz yakalı zübbelerin el atmadığı bir köy ortamı vardı onuda bok edeceksiniz