Görüş Bildir

Boğaziçi Üniversitesi Haberleri

Boğaziçi Üniversitesi ile ilgili tüm haberler, içerikler, galeriler, testler ve videolar Onedio’da. Boğaziçi Üniversitesi ile ilgili son dakika haberleri ve gelişmelerini, yeni içerikleri de bu sayfa üzerinden takip edebilirsiniz.

Popüler İçerikler

Samsun'da 4.2 Büyüklüğünde Deprem
Karadeniz'de 4.2 büyüklüğünde deprem meydana geldi Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsüne bağlı Ulusal Deprem İzleme Merkezi'nden alınan bilgiye göre, Karadeniz'de, Samsun'un Bafra ilçesi açıklarında, saat 17.07'de, 4.2 büyüklüğünde deprem kaydedildi.Depremin, yerin 15 kilometre derinliğinde yaşandığı belirtildi.AA/Dünya
Akademisyenlerden Ortak Bildiri: Türk Tipi Başkanlık, Anayasa Dışıdır
Türkiye’nin önde gelen hukukçu ve siyaset bilimcileri, erkler ayrılığı çerçevesinde parlamentonun etkinliğinin artırılması ve yargı bağımsızlığının sağlanmasının hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasının ön koşulu olduğunu vurguladı. Türk usulü başkanlık sistemine bir bildiriyle karşı çıkan akademisyenler, 'Bu süreçte, kimi akademisyenlerin anayasa hukuku ve siyaset bilimi verilerini çarpıtarak kamuoyunu yanıltıcı açıklamalar yapması esef vericidir.' dedi.“Anayasaya ve demokratik süreçlere saygı” başlığıyla yayınlanan bildiride uluslararası ilişkiler bakımından, demokrasinin uluslararası standartları bir yana bırakılarak “kişiye özgü” bir rejim kurmanın Türkiye’yi dünya sisteminden koparacağı, iktisadi ve sosyal alanda olumsuz sonuçlar yaratabileceği uyarısı yapıldı. “Biz aşağıda imzası bulunanlar, Türkiye’nin, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan demokratikleşme ve hukuk devletinin kurumsallaşmasına dayalı anayasal birikimini hatırlatarak, başkanlık rejimine ilişkin tartışmalar ışığında aşağıdaki noktaları vurgulamayı zorunlu görüyoruz” denilerek imzalanan bildiri şöyle:'Bugün Türkiye’nin demokrasi düzeyi ve Anayasası gerçek birikimini yansıtmamaktadır. Demokrasi açığının kapatılması amacıyla, başta Anayasa gelmek üzere yeni düzenlemeler, yıllardır üzerinde çalışılan konu ve sorunların başında gelmektedir. Söz konusu sorunları çözmek amacıyla, Türkiye’ye özgü deneyimler ve çağdaş demokrasilerin çözüm biçimleri ışığında üzerinde siyasal ve akademik nitelikte çalışmalar yapılması zorunluluğu bulunmaktadır ve bu yönde, son yıllarda, anayasa raporları ve önerileri ile kayda değer çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Erkler ayrılığı çerçevesinde parlamentonun etkinliğinin artırılması ve yargı bağımsızlığının sağlanması, öncelikli iki hedef olup, hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasının ön koşullarıdır. Öte yandan, çok yönlü denge ve denetim düzeneği, çağdaş anayasaların ortak paydasını oluşturmaktadır.‘KİŞİYE ÖZGÜ BAŞKANLIK ANAYASA DIŞI'Ne var ki, son aylarda Cumhurbaşkanı güdümünde yürütüldüğü görülen ve kişiye özgü bir başkanlık rejiminin inşasına dayalı çalışmalar, izlenen usul ve hedef bakımından demokratik usullere yabancı olmakla kalmayıp, Anayasa dışıdır. Türkiye’nin Osmanlı’daki parlamenter deneyim ile birlikte 100 yılı aşkın süredir denediği parlamenter rejimi işler kılma yerine, herhangi bir ilke tartışması yapılmasına olanak tanınmaksızın, yeni bir rejim dayatması karşısında bulunuyoruz. Bunun, Anayasa dışı yollarla ve devletin bütün olanakları kullanılarak yapılmaya çalışılması, hukuken kabul edilemez. Bu süreçte, kimi akademisyenlerin anayasa hukuku ve siyaset bilimi verilerini çarpıtarak kamuoyunu yanıltıcı açıklamalar yapması esef vericidir. Uluslararası ilişkiler bakımından, demokrasinin uluslararası standartları bir yana bırakılarak ‘kişiye özgü’ bir rejim kurmanın Türkiye’yi dünya sisteminden koparma riski yanı sıra, iktisadi ve sosyal alanda yaratması muhtemel olumsuz sonuçları göz ardı edilemez. Uzman, akademisyen, hukukçu ve yurttaş kimliğimizle bu süreci kabul etmediğimizi, Türkiye’nin demokratik gelişiminin, hukuk çerçevesinde kalınarak eşit, serbest, katılımcı ve nesnel bilgiye dayalı tartışma ortamında sağlanabileceğine dair inancımızı ve bu konuda her türlü katkı vermeye hazır olduğumuzu beyan ederiz.”
Depremin Ardından Gölcük’te 16 Yılda İnanılmaz Değişim
Geçtiğimiz yüzyılın en büyük felaketlerinden biri olarak kabul edilen 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi'nin ardından, Kocaeli bölgesinde depremden alınan derslerle çok şey değişti. Özellikle depremin merkez üssü olan Gölcük'te, yerleşim birimi daha önce bağ bahçe olan zemini sağlam köylere doğru kayarken, burada 16 yıl içinde yepyeni bir yerleşim birimi oluştu.
Bugün Türkiye Gündemindeki En Önemli 10 Olay
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a ‘hakaret’ gerekçesiyle açılan davaların sayısı her geçen gün artarken, son ‘vaka‘ da Halk Sağlığı Kurumu’nda yaşandı. Erdoğan’ın fotoğrafını Facebook hesabından Yüzüklerin Efendisi kitabındaki ‘Gollum’ karakterine benzeten aile hekimi Bilgin Çiftçi hakkında soruşturma başlatıldı.
'Soma, Erdoğan İçin Dönüm Noktası Olabilir'
Edebiyat kuramcısı ve siyaset felsefecisi Michael Hardt , Soma’da yaşanan facianın Başbakan Tayyip Erdoğan için bir dönüm noktası olabileceğini söyledi. Hardt, “İzlenimim bu öfkenin sadece geleneksel Erdoğan muhaliflerinden yükselmediği; siyasi yelpazenin daha geniş bir kesimi kızgın” dedi. Radikal gazetesinden Pınar Öğünç’e konuşan Hardt, Soma faciasını ABD’de Katrina Kasırgası’na benzetti. Hardt, dönemin ABD Başkanı George Bush ile Erdoğan’ın benzer tepkiler verdiklerini söyledi. Öğünç’ün Hardt röportajı şöyle: Siyaset felsefecisi Michael Hardt'la Soma'daki iş cinayetini, yeni 'sınıf mücadelesini', Gezi ve benzeri hareketlerin istikbalini konuştuk. Edebiyat kuramcısı ve siyaset felsefecisi Michael Hardt’ın Antonio Negri’yle yazdığı ‘İmparatorluk’ için ‘21. yüzyılın Komünist Manifestosu’ tarifi oturdu gibi. ‘Çokluk: İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi’ ve ‘Ortak Zenginlik’le üçleme tamamlandı. (Ayrıntı Yay.) İkilinin yeni bir demokrasi önerisi olarak 2011-12 işgal ve kamp hareketlerini incelediği ‘Declaration’ (Bildiri) isimli bir de elektronik kitapçıkları mevcut. Boğaziçi Chronicles’in konuğu olarak İstanbul’da bulunan Hardt, yarın saat 16.00’da, Boğaziçi Üniversitesi’nde ‘Bütün o liderler nereye kayboldu’ başlıklı konferans verecek. 25 Mayıs, 16.00’da da Gezi üzerine bir foruma katılacak. Neoliberalizmden, son yılların toplumsal hareketlerinden, kaybolan ‘sınıftan’ zaten konuşacaktık, her şeyin ortasına Soma oturdu. Şimdiye dek anlattıklarının acı bir özetiydi bu katliam. Hardt’ın hiç biber gazı tecrübesi yok, ilkinin İstanbul’da olabileceğini düşünüyordu içten içe. Başbakan, madenciliğin doğasını ve bu ölümlerin ‘olağan’ sayılabileceğini vurgulamak için Sanayi Devrimi’nin ilk yıllarında, geçen yüzyılda yaşanan maden kazalarından örnek verdi. Madencilik işaret ettiği dönemin iş düzenini, istihdam biçimlerini, iş güvenliği anlayışını anımsatan sektörlerden. Bu koşullar 2014’te hâlâ mevcutsa katliam kaçınılmaz, yani ‘olağan’ mı demek? Siz ne çıkarırsınız bu ifadeden? Bugün çağdışı saydığımız geçen yüzyılın koşullarıyla bu şekilde bağlantı kurmakta haklısınız. Bu, yaşananın rezaletini tarif etmenin bir yolu. Ama bence aynı zamanda 21. yüzyılın ‘kazalarının’ doğasını da iyi anlatıyor. Soma liberalizmin trajedisidir. Hükümetin madeni sadece özelleştirmesi değil, sonra da mesuliyetini yok sayması, son 30-40 yılda tüm dünyada gördüğümüz tipik bir neoliberal siyaset örneği. Bazı noktalarda AKP ve Erdoğan tam bu çizgide. Bu da sosyal bir tehlike olarak neoliberalizme odaklanmamız gerekliliğini gösteriyor. Aslında Soma’dan gelen haber bana New Orleans’ı, Katrina Kasırgası’nı hatırlattı. Bir doğal afeti? Evet, çünkü doğal afet olduğu kadar, bu anlamda bir kazaydı da. Takip eden sosyal bir felaket olmuştu; zaten doğal afetin böyle yaşanmasına neden olan da sosyal politikalardı. Kasırganın nereden şehre gireceği belliyken dikkate alınmamıştı. Bu bir 21. yüzyıl sorunu; çevresel yıkımların kendisi doğal afetler yaratır hale geldi. Soma’da kimsenin insanları bile isteye öldürme niyeti olmayabilir ama neoliberalizm ve yoksullara karşı yürütülen politikalar bu kazanın, bu afetin koşullarını yarattı. İki olay arasındaki ilginç bir benzerlik, Katrina’dan sonra Bush’un neoliberal politikalarının yıkıcı sonuçlarına dair ani ve yaygın bir kabul oluşmasıydı. O esnada halk tarafından kibirli ve suçlu görülmeleri açısından da Bush’un New Orleans, Erdoğan’ın Soma ziyaretlerini benzetiyorum. Bush’un popülerliğini yitirmesinde dönüm noktası, Irak Savaşı’ndan çok Katrina’dır. Bunun Erdoğan’ın popülerliği açısından da bir dönüm noktası olabileceğini mi düşünüyorsunuz? İnsanların Erdoğan’ın politikalarının yarattığı sonuçları bir mozaik halinde görmesiyle, belki. Gezi bunu yaratabilirdi, belli bir kitledeki etkisiyle sınırlı kaldı, çoğunluğa yayılmadı. Soma trajedisinin sınıfsal tabiatı, neden olan sosyal ve sair politikalar, işçi sınıfının en dibindeki yoksullar... Bazen teki de yeter ama bunlar bir araya gelip de görünür olduklarında insanların Erdoğan politikalarının sonuçlarına dair fikri değişebilir. Dışarıdan bakan biri olarak sadece tahminde bulunabilirim. Ama izlenimim bu öfkenin sadece geleneksel Erdoğan muhaliflerinden yükselmediği; siyasi yelpazenin daha geniş bir kesimi kızgın. Kazanın sınıfsal tabiatı dediniz. Sınıf siyaseti de, sınıf perspektifi de geçen yüzyıla ait kavramlar haline getirilmedi mi? Bugünün temel politik meselelerinden biri sınıf perspektifini, sınıfı yeniden tanımlamaktır. Bunu yapmak için bence geleneksel tariften çıkmak gerekiyor. Bir süre öncesine kadar, Türkiye’de de öyledir, işçi sınıfı erkek sanayi işçisi demekti. İşin doğası değişti, tarifi genişledi. Düzenli maaş sahiplerinden prekaryaya, işsizlere geldik. Şu an eski sınıf fikrinin geçerliliğini yitirdiği, bizim de layıkıyla yenisini tarif edemediğimiz geçiş dönemindeyiz. Negri’yle ‘çokluk’ fikrini yaratırken ilhamımız bu ihtiyaçtı. Bu aynı zamanda emek örgütlenmeleri için de yeni biçimler bulma gerekliliğini doğuruyor. Sendikalar da dönüşerek bu kesimleri içerebilmenin yolunu bulmalı. Zor ama şart. Soma, sermayenin ve devletin cinai faaliyetini gösterdiği kadar, ne yazık ki sendikaların çalışma koşullarına dair talepte bulunacak kifayette olmadıklarını da gösterdi. Bu suçlama değil, tespit. Hükümet politikaları ortada, özel sektörün kâr hırsı belli, sendikalardan hayır yok. Hayatta kalabilmek için her tür koşula rağmen o işleri reddedecek gücü bulunmayan, öyle protestoya falan da zamanı olmayan yoksulun da yoksullarının şansı ne bu kıskaçta? Ya da bu yüzyılın ‘sınıf mücadelesi’ nasıl kurulabilir? Buna anında verecek iyi bir cevabım yok. Genel olarak emek örgütlenmelerinin zayıfladığı son 10 20 yılda, Gezi’ye benzer yatay sosyal hareketler kendini gösterdi. Geleceğin, emek örgütlenmeleriyle bu tür sosyal hareketlerin etkileşiminde olduğunu düşünüyorum. Geldikleri noktada iki tarafın birbirine ihtiyacı var. Sadece eylemlilikte değil, alternatif yaratmada da. Soma sonrası Türkiye’nin farklı yerlerinde Gezi’nin izini taşıyan eylemler oldu. Bu bir dokunuş belki ama söz ettiğiniz iki tarafın gerçekten birlikte hareket edebilmesinin yolu yordamı ne? Genel bir cevabı, keşfedilmiş bir yöntemi yok. Türkiye’yi iyi bilen bile bunun yolunu, zamanını söyleyemez, kaldı ki ben yabancıyım. Dayanışmanın ötesinin gerektiği kesin. Soma’dan sonra yaşananlar bu anlamda bir kapı açmış olabilir. Gezi fikrinin, dokunmadığı kitlelerle dokunmaya, kendisini zenginleştirmeye ihtiyacı var. Çok tatmin edici bir cevap olmayabilir ama işte asıl mesele zaten bu. Hükümetin “Bu ülkenin başbakanına yuh çekersen tokadı yersin” noktasına erişmiş muhalefet bastırma yöntemini nasıl buluyorsunuz? Son bir yıldır hükümetin her türlü protestoya sadece güçle karşılık vermesi çok ilginç. Biber gazı harcaması bütçede gerçekten büyük bir kalem tutuyor olmalı. Benzer durumlarda başka hükümetler küçük ödünler verir, göstericilerin bir kısmını kazanmaya çalışır. AKP sadece baskı kullanıyor. Genelde bu strateji çok uzun ömürlü olmaz. Hatta hükümet politikaları arasında en vahşi ama en zayıf olanıdır. Bunun er ya da geç geri tepeceğini düşünüyorum. AKP bana ne tavsiye edeceğimi sorsa, neyse ki sormayacaklar, esnek bir siyaset sergilemenin daha zekice olduğunu söylerdim. Bu sadece gaddarlık, üstelik çok da tehlikeli. Bu da sizin alanınız… Hükümetlerin bir biyoiktidar biçimi olarak bir grubu ‘iç düşman’ ilan edişinden, ağır militarist teçhizatlı polis gücünü, göstericileri sokak sokak yakalamaya, yaralamaya, doğrudan zarar vermeye yönelik kullanışından konuşurken ‘savaş’ kelimesini kullanmaktan imtina etmeli miyiz? Bir hükümet vatandaşlarının bir kısmına savaş açmış olabilir mi? Öncelikle, haklısınız bunu daimi bir savaş ya da bir tür savaş olarak tanımlamak doğru. Türkiye’de Kürtler’in iyi bildiği bir hal bu. Gezi’den sonra yaşanan da. Evet, hükümetler savaş mantığıyla politika üretebilirler. Ama yine de ‘savaş’ dediğimizin farklı usulleri ve yoğunlukları var. İmtina edeceğim nokta, bunu kabul ettiğimiz anda ‘savaşı’ şiddetlendirmiş olmamız. Öncelikli vazifemiz tansiyonu düşürmeye, insanları korumaya gayret olmalı. Son yıllarda dünyada Gezi’ye benzeyen hareketlerde yapılan yanlışlardan biri, ‘savaşa’ savaşla cevap vermek oldu. Bunun sonu felaket. Çünkü polise karşı bu şekilde ‘kazanmak’ asla mümkün değil. Peki öneriniz ne? Bunu ellerinizi kavuşturun ve asla protesto etmeyin anlamında söylemiyorum. Brezilya’da da benzer durum var. Başka teknikler bulmak gerekiyor. ‘Duran adam’ eylemleri ilginçti örneğin. Öyle biçimler bulmalıyız ki şiddetin dişleri sökülsün, kurtların öndeki o sivri dişini söker gibi… O en tehlikeli diştir ve söktüğünüzde işler değişir. Yarın konferansta yatay örgütlenmeler ve liderlik meselesi üzerine konuşacaksınız. Dediğiniz gibi ‘liderliğin çoğul hali’ mümkün mü? Öncelikle solun geleneksel liderlik anlayışını ve merkezi otorite mefhumunu sorgulaması gerekliliğini çok önemsiyorum. Sahip olduğumuz yatay ilişkilerin yetersiz kalması, itiraz ettiğimiz otorite formlarına yönelmemizi gerektirmiyor. Liderliğin neyi çözdüğünü anlamak, bunu merkezi otorite olmaksızın örgütleyebilmemiz lazım. Son yıllarda tüm dünyadaki Gezi benzeri hareketlerin bir süre sonra bulundukları ülkenin iktidar karşıtlığına ya da mevcut toplumsal kutuplaşma hatlarına oturması hangi zaafın ürünü? Bu gerçekten sık rastlanan bir durum. Türkiye hiç yalnız değil bu anlamda. Örneğin son yıllarda İtalya’da Berlusconi o kadar ön plana çıkan bir figür oldu ki, tüm sol ve muhalif güçleri Berlusconi nefreti bir arada tutar hale geldi. Berlusconi gittiğinde kalakaldılar. Bir grup diyor ki fabrikalar işçi sınıfının olacak, bir grup liberal demokrasi istiyor, anarşistler sistem içi çözümü reddediyor ve daha bir sürü başka tahayyül... Bu haliyle ‘çokluk’u yaşatacak bir sosyal siyasal form yok. ‘Çokluk’un itiraz ettiği sisteme alternatif üretmekteki eksikliği, belki de hevessizliği, her bir parçasının içten içe ‘çokluk’ olarak güçlerine inanmayışlarından olabilir mi? Bence bu çok önemli bir teşhis. Önünümüzdeki dönemin mühim tartışma konularından birini işaret ediyorsunuz. Çok açık ki sadece protesto etmek yeterli değil. Direnişin bir alternatif vizyonla ilerlemesi şart. Sosyal kökleri olmasa da Gezi Parkı’nda kurulan alternatif düzene odaklanabiliriz; bu iyi bir temrin olabilir. Umutlu musunuz? Öyle sormadığınızı biliyorum ama kimileri ‘umutlu’yu aşağılama olarak kullanıyor. Bize karşı olanın gücünü ve buna rağmen başardıklarımızı unutabiliyoruz. Bazen umut, sadece ne becerdiğimizi hatırlamaktır. Umutlu oluşunuza kinayeyle bakılıyorsa, neşenin politik olarak örgütlenmesinden, mutluluğun kurumsallaşmasından söz ettiğinizde iyice naif, sevimli falan bulunuyor olmalısınız. Öyle mi? Bir de aşktan konuştuğumda öyle oluyor, evet. Sanırım insanlar beni duygusal ve de gayrı ciddi buluyor. Dini yanından bakan var; alakası yok oysa. Kuşaklarla da ilgisi var bu algının. 1960’lar, 70’ler kuşağı politikayı vazife duygusuyla ele alıyordu; neşesiz bir militanlık söz konusuydu. Bu yüzden de politika geçici olarak yapılıp sonra hayata devam edilen bir aktiviteydi. Son on yılda politikayı neşeyle yapan bir kuşak var. Gezi Parkı’nı o dönem gezenler neşeyi de, aşkı da fark etmiş olmalılar. Politika artık hafta sonlarında ya da geçici bir süre, üstelik mutluluktan uzak kalarak yapılan bir şey değil. ‘Maden şehidi’ tarifi nasıl geliyor kulağınıza? Çok ilginç. Böyle mi diyorlar? Dinsel okumasıyla anlayabiliyorum. Dini manada şahitlik var orada; katliama, suça şahitlik… Kahramanlık manasında kullanılıyorsa, evet hayatlarını zenginler için feda etme gibi bir kahramanlık var. Zenginler için kurban edilmişler gibi. Çok absürd. Bir hükümet temsilcisine basın toplantısında, yoksulların zor şartlarda çıkardığı kömürün, seçim zamanında başka yoksullara dağıtılmasındaki çelişki üzerine soru sorulduğunda dedi ki: Ne yani, fakirlerin kömürünü zenginler mi çıkarsın! Ne anlatıyor bu cümle size? Gazetecinin ortaya koyduğu acı bir ironi gerçekten. Takip ettiğim kadarıyla AKP yoksulların ihtiyaçlarını anlama konusunda maharetli oldu. Bu Türkiye’yi aşan bir mesele. Son yıllarda tüm dünyada sol yoksulların ihtiyaçlarını karşılamayı beceremedi. Beceremedikçe bu işi dinsel organizasyonlara, yoksullara ekseriyetle dürüst olmayan biçimde yaklaşan sağ hükümetlere terk etti. Fakirlerin kömürünü zenginler mi çıkarsın? Bilemiyorum, gerçekten cevaplaması imkânsız bir soru. Galiba yoksullar önce şimdiye kadar çıkardığı kömürün sahibi olmalı.Pınar Öğünç | RadikalT24
Portre: Ahmet Davutoğlu
AK Parti yeni Genel Başkanı ve Türkiye'nin Başbakan adayı Ahmet Davutoğlu'nun yaşam öyküsü oldukça çarpıcı. Başbakanlık Başdanışmanlığından, Başbakanlığa uzanması beklenen yolu çocuk yaşlarda itibaren zorluklarla geçti. Davutoğlu, hastaneye yetiştirilemeyen annesi Memnune Hanım'ı kaybettiğinde henüz 4 yaşındaydı. Ahmet Davutoğlu, Soğuk Savaş sonrasında Türkiye’nin izlemeye başladığı ‘yeni dış politika’nın hem mimarlığını hem mühendisliğini yaptı. Bu yeni dış politikayı Merkez Ülke, Çok Boyutlu ve Çok Kulvarlı İlişkiler, Özgürlük-Güvenlik Dengesi, Komşularla Sıfır Sorun, Ritmik Diplomasi gibi genel prensipler üzerinden yürüttü. Başbakanlık koltuğuna oturmaya hazırlanan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun yaşam öyküsü oldukça çarpıcı. Başbakanlık Başdanışmanlığından, Başbakanlığa uzanması beklenen yolu çocuk yaşlarda itibaren zorluklarla geçti. Davutoğlu, hastaneye yetiştirilemeyen annesi Memnune Hanım'ı kaybettiğinde henüz 4 yaşındaydı. Taşkent'te nakliye işleri ve kunduracılık ile uğraşan babası Mehmet Bey, kısa zamanda yeniden evlendi. Yeni eşi Sefure Hanım annesinin yokluğunu hissettirmemeye çalıştı. Ahmet Davutoğlu, bu 'ikinci anne'sini her zaman minnet ve şükranla andı. Onun hakkında konuşurken 'Beni ve kardeşlerimi hiçbir ayrım gözetmeden bir Anadolu terbiyesiyle büyüttü' diyordu. Ahmet Davutoğlu'nun doğan ilk kızına ikinci annesinin adını (Sefure) vermesi minnetinin bir ifadesiydi. Babası Mehmet Bey oğlunun işletme okumasını, işlerini ona devretmeyi düşlüyordu. BABAANNE DUASI... Mehmet Bey, ilk eşinin ölümünün üzerine İstanbul'a gelerek Fatih'e yerleşmişlerdi. Fatih'teki evde babaanne, baba, amca hep birlikte oturdular. Canı kadar sevdiği babaannesi onun için, “Oğlun ola kızın ola. Oğlunla Ordu, kızınla oba olasın. Koç koç oğlanların ardına düşe, dünyalar ayaklarına gele, herkes sana akıl danışa” diye dua ederdi. Davutoğlu bu duayı da, “Sabah okula giderken, babam işe giderken hepimiz sıraya girer babaannemin elini öperdik. Bu, babaannem 95 yaşında ölene kadar aksamadı. Şimdi de o duaların bereketini her zaman hissediyorum' sözleriyle hatırlatmıştı. Hala Nilüfer Özlü, bir televizyon programında yeğenini anlatırken gözyaşlarını tutamamıştı. Hala Özlü “4 yaşında öksüz kaldı. Çok zorluklarla büyüttük. 4 kardeşlerdi. Annesi aniden öldü. Ama elhamdülillah annemim duası onu bu derecelere getirdi” sözleri ile yeğenini anlatmıştı. DERİN DÜŞÜNCELİ BİR GENÇ Fatih’ten Sultanahmet’e kadar yürümekten büyük bir haz alıyordu. Geçtiği sokaklardaki tarihle büyülenerek atıyordu adımlarını. Kütüphaneleri, camileri, hamamları, Osmanlı dönemi yapılarını gördükçe kimliğinin köklerine dönüyordu. Soru işaretleriyle doluydu kafası. Ahmet Davutoğlu, henüz bir ortaokul öğrencisiydi o günlerde. Bu denli erken yaşta kimliğiyle ilgili derin düşüncelere dalmasının nedenlerinden biri İstanbul’un tarihi atmosferi ise diğeri de öğrencisi olduğu İstanbul Erkek Lisesi’ydi. 12 YAŞINDA YATILI OKULDA İkili bir kültürel yapısı vardı İstanbul Erkek Lisesi’nin. Cumhuriyetin ilk kuşağından Türk öğretmenlerden ders alıyor, güçlü bir tarih bilinci ile donanıyorlardı öğrenciler. Bir yandan da Almanca öğretmenlerden Batı kültürünü, asıl olarak da Alman kültürünü ve edebiyatını öğreniyorlardı. Yatılı okula 12 yaşında girdiği ilk günlerden itibaren klasikler ile yüzyüze gelmişti. Diğer öğrenciler gibi o da hemen Kafka’yı, Goethe’yi okumaya başlamıştı. Berthold Brecht’in eserlerini tanımıştı. Kitaplarda yeni bir dünya bulmuştu. İki cepheli bir yüzleşmeydi yaşadığı. Batı kültürünün temel eserlerini okumakla kalmıyor, Türk öğretmenlerinin teşvikiyle Türk edebiyatını hatmediyordu. Ahmet Hamdi’den Fuzuli’ye, Farabi’den Ahmet Cevdet’e kadar eserleriyle tanışmadığı isim kalmamıştı. SOL HAREKETLE İÇ İÇEYDİ 1970’ler, Türkiye’de çalkantılı yıllardı. Gençlik, daha çok sol siyasi hareketlerin etkisi altındaydı. İstanbul Erkek Lisesinde de rüzgarlar soldan esiyordu. Ahmet Davutoğlu da bu havanın dışında kalmadı. Marksist literatürün temel eserlerini de okudu. Stalin’in “Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm” kitabını okuduğu sırada orta üçteydi. Altını çizip, sayfaların kenarına notlar alarak dikkatle okuduğu kitabı, özenle saklayacaktı yıllarca. Yine de Marksist olmadı. Mekanik buldu bu ideolojiyi. Milli Türk Talebe Birliği gibi İslamcı gençlerin örgütlendikleri yapılanmaların da dışında kaldı. Zaman zaman konferanslara, gecelere gitse, kültür kulüplerine katılsa bile daha çok kendi çizgisinde yol alan bir gençti. Eğlenmeye, gezmeye zaman ayırdığı pek görülmezdi. Bazen futbol oynardı Mustafa Çam, Murat Ülker, Aydın Babuna ve Engin Işıksal’ın da aralarında bulunduğu sınıf arkadaşlarıyla. İyi bir oyuncuydu. BİLİM ADAMI OLACAKTI Alman kültürüyle iç içe olan İstanbul Erkek Lisesi öğrencilerinin çoğunun hayallerini Almanya’ya gitmek, orada üniversite okumak süslerdi. Davutoğlu ise İstanbul’dan kopamazdı. Almanya’da okumayı kendi kültürüne yabancılaşma olarak görüyordu. 1977’de liseyi bitirdiğinde İstanbul’un tarihi ve kültürüyle, kökeniyle iyiden iyiye bütünleşmişti. Liseden sonra sosyal bilimler okumaya karar vermesi de tarihle yüzleşmede vardığı noktadan kaynaklanıyordu. Bilim adamı olmayı kafasına koymuştu. Hayat planının ilk adımı Boğaziçi Üniversitesi olacaktı. Fen bölümü mezunuydu ama sosyal bilimler okumaya kararlıydı. 4 YAŞINDA ANNESİNİ KAYBETTİ Ailesinin gönlünden geçen ise farklıydı. Annesi, doktora zamanında yetiştiremedikleri için hayatını kaybetmişti. O zamanlar İstanbul gibi doktorun çok olduğu büyük bir kentte değil, Konya’nın Taşkent kasabasında oturuyorlardı. Memnune hanım öldüğünde, Ahmet, henüz dört yaşındaydı. 1959’da doğmuştu. Babası Mehmet Bey, Toroslar’ın zirvesinde tipik bir Türkmen kasabası olan Taşkent’te nakliye işleri, kunduracılık ile uğraşıyordu. Kısa zamanda yeniden evlendi. Babasının tek oğlu olan Ahmet, Sefure hanımı benimsedi. Ona hep “Anne” diye seslendi. Onu oğlu olarak gören Sefure hanım da Memnune hanımın ölümünü unutamadığı için Ahmet’in doktor olması hayalini kuruyordu. BABASI İŞLETME OKUSUN İSTEDİ Babası Mehmet Bey ise oğlunun işletme okumasını, işlerini ona devretmeyi düşlüyordu. Mehmet bey, ilk eşinin ölümünün üzerinden bir yıl bile geçmeden ailesini alıp İstanbul’a göçmüş, Fatih’e yerleşmişlerdi. Ahmet de orada büyümüş, ilk dört yılı Hacı Süleyman Bey İlkokulu’nda okumuştu. Bahçelievler’e taşınınca ilkokulu orada bitirmişti. Tekstil ve ticaretle uğraşan Mehmet bey de yıllar içinde işini büyükmüştü. Oğlunun işletme okuyup yardım etmesini istiyordu. Davutoğlu da Boğaziçi’nde önce İktisat bölümüne kaydoldu. İngilizce için bir yıl hazırlık okuması gerekti. Lisede ikinci dili olduğu için zorlanmadı. Yazın da bir ay kadar İngiltere’ye giderek pekiştirdi İngilizcesini. Mutlu olamadı İktisat bölümde. İlaveten bir de siyaset Bilimi bölümüne girdi. Boğaziçi’nde iki bölümde okuma uygulaması yeni başlamıştı. İktisat bölümünü 1982’de bitirdi. FUTBOL VE GÜREŞE İLGİLİYDİ Yine siyasi gruplara katılmadan okumayı sürdürdü. Düşünceler tarihine yoğunlaştı. Eflatun’dan Hegel’e kadar düşünce tarihini incelemek, Osmanlı-Türk ve İslam kültürünü içselleştirmesi sonucunu doğurdu. Düşünce tarihindeki yerini daha iyi kavradı. Sınıf arkadaşları arasında Adnan Büyükdeniz, Ethem Eldem ve Nuray Mert de vardı. Bu yıllarda konserlere, toplantılara, öğrenci etkinliklerine fazla zaman ayırmadı. Futbol ve güreş dışında bir sporla da ilgilenmedi. Zaten 12 Eylül dönemiydi, öğrenci hareketleri de durulmuştu. ŞERİF Mardin’İN YARDIMI Üniversite sonrasında hiç tereddüt etmeden “bilim adamlığı” planına devam etti. 1984’te Kamu Yönetimi bölümünde yüksek lisansa başladı. Doktorasını ise Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünde tamamladı. Öğretim üyeleri ile arası iyiydi. En çok da Prof. Dr. Şerif Mardin sevdi onu. Tez hocası oldu. 1986’da başladığı tezini daha bitirmeden özet bir makale olarak üniversitenin akademik dergisinde yayınlattı. Tezin yayınlanması Davutoğlu için büyük bir teşvik oldu. Birbiri ardına makaleler hazırladı. 1989 Kasım’ında iki teklif birden aldı. Teklifin biri Amerika’dan geliyordu diğeri Malezya’dan… MALEZYA KÜLTÜRÜ ÇEKTİ Amerika’ya gitmek cazip gelmiyordu. Batı kültürünü yeterince tanıdığına inanıyordu. Malezya üzerinde duruyordu. Eksik kalan halkayı orada tamamlayabilirdi. Çin-Hint-İslam kültürü, Batı kültüründen nispeten uzak biçimde yaşanıyordu bu ülkede. Ama artık tek başına değildi. 1984’te evlenmiş, iki kızı olmuştu. jinekolog olan Sare hanım ile dünyaya aynı gözlüklerle bakıyorlardı. Kızlarına isim koymayı eşine bırakmıştı Davutoğlu. Sare hanım da onu memnun etmişti seçimleriyle. 1986’da doğan ilk kızlarına Sefure, 1988’de doğan ikinci kızlarına Memnune adını vermişti. Davutoğlu’nun her iki annesine de değer veriyordu. Sare hanım, eşinin Malezya’ya gitme kararını da destekledi. Kızlarını da alıp 1990’ın ilk aylarında yola çıktılar. Kuala Lumpur’da, Çin mahallesinde bir ev tutup yerleştiler. MALEZYA’DA DERS VERDİ İslam Konferansı Örgütü’nün kurduğu Uluslararası İslam Üniversitesi’nde Türkiye’den 15 kadar öğretim üyesi vardı. Daha sonra aralarına Yusuf Ziya Özcan da katılacaktı bu akademisyenlerin. Davutoğlu, bir hafta kadar sonra girdi ilk derse. Bir baktı, sınıf küçük bir Birleşmiş Milletler gibi. Sınıfın neredeyse yarısı Müslüman Malaylardan, kalanı da Çinli, Hint, Asyalı, Afrikalı öğrencilerden oluşuyordu. Her biri ayrı kültür havzasındandı. Fakat elindeki Sabine’in artık klasikleşen “Siyasi Düşünceler tarihi” kitabında onlar yoktu. Elindeki kitap Eflatun ile başlıyor, Aristo, Roma, Hıristiyanlık, Reform, Rönesans, Modern ideolojiler diye gidiyordu. İçinde Malaylar, Çinliler yoktu. Bunu yapamazdı. Oturdu, Konfiçyus’tan Taoizme, Hint ve tabii İslam kültürüne çalıştı. Onların yanına Osmanlı düşünürü Kınalızade’yi de ekledi ve yepyeni bir siyasi düşünce tarihi metni oluşturdu. Bu metin üzerinden verdi derslerini. PARADİGMA’SINI HAZIRLADI Malezya tam istediği türden bir laboratuvardı onun için. Yerel kültürü tanımak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Yerel festivallerin hemen tamamına eşi ve kızlarıyla beraber gidiyordu. Hem ailece de gezmiş oluyorlardı. 1993’te doçent oldu. Önce 1994’te “The Civilizational Transformation and the Muslim World” (Medeniyetin dönüşümü ve Müslüman dünyası) kitabını yazdı. Ardından aynı yıl, doktora tezi olan “Alternative Paradigms”ı (Alternatif Paradigmalar) kitap olarak çıkardı. İki yıl için gitmişti ama dört yıl kaldıktan sonra 1995’te ayrıldı Malezya’dan. Türkiye’ye döndüğünde aynı dosyasıyla yeniden başvurdu, doçentlik ünvanını burada da aldı. Çok geçmeden Marmara Üniversitesi’nde göreve başladı. Üniversitede kadro sorunları vardı. Önce sosyal bilimler yüksek okulunda başladı, sonra uluslararası ilişkilere geçti. GÜL İLE İLK TANIŞMASI 1999’da profesör olduktan sonra da Beykent Üniversitesi’ne geçti. Yeni kurulmuş bir üniversiteydi Beykent. En çok yankı uyandıran kitabını da bu üniversitedeyken yayınladı. “Stratejik Derinlik” bir yıl içerisinde 13 baskı yaptı. Giderek akademik yaşamın dışında da aktif olmaya başladı. Harp Akademisi’nden MÜSİAD’a kadar birçok yerde konferanslar verdi. ABDullah Gül ile 1980’li yıllarda tanışmışlardı. Bir makalesi, Gül’ün ilgisini çekmiş, bunun üzerine tanışmışlardı. Aralarındaki dostluk, 1990’lı yıllarda Gül’ün, Suudi arabistan’dan dönüşünden sonra oluştu. Daha sık görüşür oldular. ‘GÖLGE DIŞ İŞLERİ BAKANI’ Tayyip Erdoğan ile de belediye başkanlığı öncesinde tanıştı. Fakat Gül’e daha yakındı. Devlet Bakanlığı sırasında ihtiyaç duyduğunda Gül’e yardımcı oldu. Danışmanlığı, Gül’ün 2002 sonrasında başbakan olarak hükümet kurmasıyla resmileşti. Davutoğlu, Başbakanlık Başdanışmanı olarak göreve başladı. Gül’ün önerisiyle dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in onayıyla büyükelçilik ünvanı aldı. Gül’ün Başbakanlığı Erdoğan’a devretmesinden sonra da görevine devam etti. Zaten onu Gül davet etse de sonra Erdoğan ile de biraraya gelmişler; o da daveti yinelemişti. Davutoğlu, o dönemde “gölge Dışişleri bakanı” gibi dış temaslarda etkili olmaya başladı. DİPLOMASİ TRAFİĞİNİN ADAMI AB ile temaslardan, Kıbrıs müzakerelerine, Irak savaşına kadar hemen her alanda rol aldı. Göreve gelirken iki üç yıl sonra ayrılmayı planlıyordu. Yazmayı planladığı kitaplara yoğunlaşmayı, üniversiteye dönmeyi hayal ediyordu. 2007 seçimleri yaklaşırken milletvekili olmayı düşünmediği gibi ayrılmaya niyetlendi. Seçim sonrasında dosyalarını hazırlamaya da başladı. Ancak ayrılmasını ne Erdoğan uygun buldu ne de Gül. Hem PKK eylemlerinin artması nedeniyle aniden kendisini yeniden yoğun bir diplomatik trafik içinde buldu. Erdoğan’ın özel uçağıyla çeşitli ülkelere giden, hükümet adına resmi temaslarda bulunan, Türkiye diplomasi tarihinde örneğine rastlanmayan bir “Başdanışman” haline geldi. TÜRKİYE’NİN KISSINGER’I Cumhurbaşkanı ve Başbakanın dış temaslarının, ikili görüşmelerinin değişmez ismiydi artık. Görüşmelerin en özel anlarına bile katılıyordu. ABD, Avrupa ülkeleri bile büyükelçilikler, Dışişleri yerine çoğu zaman onun telefonu, maili üzerinden Türkiye ile temaslar yürütüyordu. Gelen mesajları sonradan Dışişleri’ne aktarıp kayda geçiriyordu. Şam’da Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ile görüşme görevi MGK bildirisiyle duyuruluyordu. ABD Başkanı Obama gelmeden önce Washington’a gidip hazırlıkları da o yürütüyordu. Geldiği noktanın dikkat çekmesi ise Suriye, Filistin ve İsrail ile temasları sayesinde oldu. Hamas lideri Halit Meşal ile gizli görüşmesinin ortaya çıkması epey gürültü kopardı. Artık “Türk diplomasisinin Kissenger’ı”, “Gölge adam”, “İnce bir taktisyen” olarak tanımlanıyordu. 40 YIL AYNI EVDE OTURDU İlginç ama ayrı bir ekibi hiç olmadı Davutoğlu’nun. Başbakanlıkta, yardımcısı ve eski öğrencisi Ali Sarıkaya, bir sekreteri ve şoförü vardı sadece. Cumhurbaşkanlığı-Başbakanlık-Dışişleri Bakanlığı üçlüsü ile koordinasyon halinde çalıştı hep. Askerler de analizlerine önem verdi. Amacı, Türkiye’yi “merkez ülke” yapmaktı. Bölgedeki uçan kuştan bile haberdar olmaya çalışıyordu. Sonuç, 1.5 ay içinde 11 ülkeye gitmesiydi. Şubat sonundan itibaren Tanzanya, Kenya, İran, Irak, Çek Cumhuriyeti, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, Katar ve Suriye’yi dolaşmıştı ve geziler aynı tempoda sürüp gidiyordu. 40 yıldır oturdukları Bahçelievler’deki evine çok az uğrayabiliyordu. İSTANBUL'A DÖNÜŞ KARARININ ERTELENMESİ AK Parti’nin 2009 yılında yapılan kongresinde Merkez Karar Yönetim Kurulu’na girdi. Bülent Arınç ile birlikte delegelerinin verdiği geçerli bin 243 oyun tamamını alan iki isimden biriydi. 1 Mayıs 2009’da yapılan kabine değişikliği sırasında Ali Babacan’ın yerine dışarıdan atamayla Dışişleri Bakanlığı makamına getirildi. Haziran 2011'daki genel seçimde, AKP listesinden Konya milletvekili seçilerek parlamentoya girdi. AKP'nin elde ettiği yüzde 50'ye yakın oy oranıyla büyük bir zafere imza attığı bu seçimden sonra kurulan Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki 61. Cumhuriyet Hükümetinde de Dışişleri Bakanlığı koltuğunu korudu. ARAP BAHARI VE DAVUTOĞLU Davutoğlu eliyle yürütülen dış politika Arap Baharı’na daha ilk gününden itibaren destek verdi. Arap Baharı’nı Ortadoğu’da halkların diktatörlüklere isyanı, kendi yöneticilerini kendi özgür iradesiyle seçme talebi, özgürlük ve refah arayışı olarak gördü ve destekledi. Bu sebeple farklı ülkelerde dile getirilen bu taleplere bu perspektiften yaklaştı. Türkiye, bu dönemde Mısır’da ülkenin tarihinde ilk kez seçimle iktidara gelen Muhammed Mursi’ye tam destek verdi. Hüsnü Mübarek’e ‘artık çekil’ çağrısının yapılması dış politikada o zamana kadar alınan en riskli kararlardan biriydi. Erdoğan’ın ağzından yapılan bu çağrı Kahire’de Tahrir meydanındaki yüzbinlerce Mısırlı tarafından canlı olarak izlenmişti. Türkiye’nin seçilmiş yönetime destek politikası Mursi’nin darbeyle devrilmesinden sonra da devam etti ve darbeci yönetimle ilişkiler Mübarek dönemindeki gibi olmadı. Özellikle 900 kilometrelik sınırı paylaştığı Suriye rejimini çok önceden bu taleplere sessiz kalmaması için uyarmaya başladı. Hem Erdoğan hem Davutoğlu, Beşşar Esed’i halkın reform taleplerini kulak ardı etmemesi için sekiz ay çaba harcadı. Bu süreçte en kritik görüşme Davutoğlu ile Esed arasında 9 Ağustos 2011'de yapılan 6.5 saatlik görüşmeydi. O görüşme de sonuçsuz kalınca ipler koptu, Suriye’deki isyan dalgası iyice büyüdü. İsyanla birlikte rejimin karşı saldırılarıyla Suriye bir iç savaşa sürüklendi, ülke kan gölüne ve harabeye döndü. Milyonlarca Suriyeli ülkesine terk etmek zorunda kaldı, bir milyondan fazlası da Türkiye’ye sığındı. Mısır ve Suriye politikaları özellikle Türkiye içinden çok sert eleştirilere uğradı. Türkiye’nin bölgedeki bütün ülkelerle ilişkilerinin neredeyse kopuk hale gelmesi üzerinden Davutoğlu’na yönelik olarak yıpratıcı bir kampanya yürütüldü. Ancak Başbakan Erdoğan, bu politikanın arkasında durmaya devam etti. Türkiye’nin 2003 yılında 'Irak’a Komşu Ülkeler Toplantıları'nı devreye sokmasıyla başlayan Ortadoğu’ya açılım politikaları geçen 12 yılda Türkiye’nin bölgedeki profilini yükseltti. Bu süreçte yaşanan 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi, Davos’taki 'one minute' vak’ası ve İsrail’in Mavi Marmara gemisine yönelik saldırısından sonra yaşanan gelişmeler ve İsrail’in Türkiye’den resmen özür dilemesi bu profili daha da yükseltti. Milliyet
İznik İçin Muhteşem Bir Videoya İmza Atıyorlar
İTSO’dan Yine İznik Tanıtımına Muhteşem Katkıİznik İçin Muhteşem Bir Videoya İmza Atıyorlarİznik Ticaret ve Sanayi Odası İznik’in tanıtımı için dev bir katkı daha gerçekleştirdi. İTSO Başkanı Mahmut Dede, İznik’in tanıtım filmi ile yurt dışında ve değişik platformlarda İznik’in tanıtımı için destek oldu.İTSO Başkanı Mahmut Dede “ Değişik platformlarda İznik’in tanıtımı amaçlı olan projede Boğaziçi Üniversitesinden gelen arkadaşlar ile Tarihi eserlerimizi müzik ve beraberindeki ekip ile İznik’i tanıtmak düşüncesindeyiz. İnşallah kısa zamanda gösterime girer ve başarılı olur, ekipteki tüm arkadaşlara ve bu projesini bizim ile paylaşan İznikli olan Uğur kardeşime teşekkür ediyoruz.” Dedi. Boğaziçi Üniversitesi dans kulubu ve 9 kisilik orkestra ile birlikte İznik’in değişik yerlerinde çekimler yaparak müzik eşliğinde bir İznik Tanıtım Video projesine İTSO Başkanı Mahmut Dede’nin desteği ile başladığını belirten İstanbul Teknik Üniversitesi 2.sınıf öğrencisi İznikli Uğur Evin “ Projemiz İTSO sponsorluğunda gerçekleşiyor. Amacımız İznik’i, tarihi eserlerimizi, Türkiye’ye, dünyaya duyurmak ve tanıtmak, yurt dışında eğitim alırken  projelendirdiğim ve kendi bestemin olduğu bir müzik ile hayata geçirmeye başladığımız bu fikrimi desteklediği için başkanımız Mahmut Dede’ye teşekkür ederim.” Dedi.
Boğaziçi Üniversitesi Duyar ve Adalet Timi (BÜDAT)
Çözünürlüğü yüksek olan adalet, eriyip gider mi? Yoksa internete yüklenen her şey gibi tükenmez kalemle mi yazılır?Bu sorularla başlayan BÜDAT; fütüristik bir distopyayı andıran 'ağ toplumu'nda adalete olan inancını yitirip önce kendi çevresini, yani Boğaziçi Üniversitesi'ni değiştirerek bir hukuk hareketi başlatmaya karar veren anti-kahraman Buğra Korkmaz'ın mücadelesini anlatıyor.Cannes Film Festivali’ne TÜNEL isimli kısa filmiyle katılıp eleştirmenlerin övgüsünü alan genç yönetmen Ezgi Yıldırım, epik hikaye formatının bir süper kahraman filmine uygulandığı bu senaryoyu alıp farklı bir janrın kalıplarında kendine özgü tarzıyla yapıbozumuna uğratarak epik bir destana imza atıyor.İlk filmi CONTORIUM'dan uzun yıllar sonra beyaz perdeye yenidendönüş yapan Can Güney Kuseyri, bu sefer yönetmen koltuğuna oturmak yerine BÜDAT'ın yapımcılığı ve senaryo/kurgusunu üstlenirken; adaletin teknolojik devrim ve sosyal medya ile ne ölçüde sağlanabileceğine dair izleyicileri soru yağmuruna tutuyor.Eğlence dünyası mensubu küreograf MADIR ÖKTİŞ, inovatif tasarımcı Ilknur Candan ve ünlü twitter siması Alper Sarı gibi isimlerin de yer aldığı BÜDAT, gökkuşağı kadar renkli bir yapım olacağa benziyor...SUPPORT ‪#‎BÜDAT‬!YAKINDA SİNEMALARDA!