Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!
Ahmet Ümit: 'Batı'daki Erdoğan ve AKP Algısı, Saddam Algısına Dönüşmüş'
AKP’yi geriletmek, barajları yıkmak için HDP ile dayanışmaya” başlıklı bir çağrı metnine imza veren yazarlardan Ahmet Ümit’le buluştuk ve hem çağrıyı, hem de bir polisiyeci olarak siyaset cephesindeki gelişmeleri nasıl değerlendirdiğini konuştuk.
Türkiye’nin geleceğini belirlemesi açısından 7 Haziran seçimleri oldukça önemli. 21 Mart’ta işte bu önemin altını çizen “AKP’yi geriletmek, barajları yıkmak için HDP ile dayanışmaya” başlıklı bir çağrı metni yayınlandı. Sanatçı, yazar, aydın ve akademisyenlerin imzacı olduğu destek çağrısı yeni katılımlarla büyürken, çağrıcılar, neler yapılabileceğini tartışmak üzere dün Mimarlar Odası İstanbul Şubesi’nde bir araya geldiler.
HDP’ye destek çağrısına imza veren yazarlardan Ahmet Ümit’le buluştuk ve hem çağrıyı, hem de bir polisiyeci olarak siyaset cephesindeki gelişmeleri nasıl değerlendirdiğini konuştuk.
Ümit’e göre, AKP oy kaybediyor ve bütün çaba oyların yüzde 40’ın altına düşmemesi için. Kürt meselesinde politika değişikliğine gidilmesinin nedeni de bu.
AKP’nin tek başına iktidar kuramayacağını, dolayısıyla başkanlığın da hayal olduğunu söyleyen Ahmet Ümit, “Asıl meselemiz, bu olumsuzluğa yaratan yapıya karşı birlik oluşturma meselesi” diyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘Kürt sorunu yoktur’ sözleriyle başlayan AKP içindeki krizi siz nasıl okudunuz?
Son bir haftadır görüntü olarak gün yüzüne çıkan şey, yani çözüm sürecine dair Cumhurbaşkanı’nın başka bir şey, hükümetin başka bir şey söylemesi, Cumhurbaşkanı’nın sürece itiraz etmesi, Hükümet Sözcüsü Arınç’ın Cumhurbaşkanı’nı eleştirmesi, sonra işe Melih Gökçek’in girmesi… Bütün bunlar Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmadan önce konuşulan AKP içindeki çatlağın su yüzüne çıkması, görünür hale gelmesiydi.
Çatlak sizce ilk ne zaman başladı?
Bence Gezi’de başlamıştı. Gezi’de Tayyip Erdoğan’ın şahsında, AKP için yaratılan algının dağılma süreci var. Gezi gerçekten büyük bir patlama, büyük bir haysiyeti savunma meselesiydi. Ardından 17-25 Aralık, zamanın Başbakanına uzanan, çok ciddi, üstü kapatılamayacak yolsuzlukları açığa çıkardı. Bu, AKP içinde ciddi bir rahatsızlık yarattı. Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasıyla beraber, partide bir rahatlama oldu aslında. Çünkü Davutoğlu ekibi, “Artık biz işbaşına geleceğiz” dediler. Fakat Cumhurbaşkanı sürekli, “Hayır, siz emir erlerisiniz, ben söyleyeceğim siz yapacaksınız” demeye devam ediyor.
Davutoğlu ve ekibi, ‘Artık biz iş başına geleceğiz’e inandılar mı gerçekten? Çünkü Erdoğan ‘Farklı bir Cumhurbaşkanı’ olacağını seçimlerden önce zaten söylüyordu. Dolayısıyla Davutoğlu, ‘Ben söyleyeceğim, siz yapacaksınız’ın yaşanacağını biliyordu. Ne değişmiş olabilir?
Şöyle bir durum var; Cumhurbaşkanı evet, bir takım talimatlar veriyor ama hiçbir sorumluluğu yok. Bütün sorumluluk hükümette... Örneğin Merkez Bankası ile girdiği kavga. “Faizleri düşüreceksin” diye müdahale ediyor, Merkez Bankası, “Faizi düşürürsek dolar yükselir başa çıkamayız” diyor, “Hayır, düşüreceksin” diye bastırıyor. Sonunda ikna oldu. Çünkü ekonomi patlıyor, başka çaresi yok. Dolayısıyla Davutoğlu ister istemez diyor ki, “Bütün sorumluluğu ben alıyorum, ben de söz sahibiyim.” Yani katlanılacak bir durum yok. Bir de ikbal meselesi var. Bazıları diyor ki “Cumhurbaşkanına yakın olalım, çünkü hala güç onda. O nedenle de hükümete, Arınç’a çakıyor. Böyle bir süreç yaşıyoruz.
AKP’ye yakın yazar ve yorumcuların bir kısmına göre Arınç bu çıkışıyla, AKP’nin bir ‘dava’ ve ‘kadro hareketi’ olduğunu Erdoğan’a hatırlatmış oldu. Bir bölümü de, yine AKP’nin dava hareketi olduğundan hareketle, bu tür yarılma ve çatlakların AKP’yi etkilemeyeceğini söylüyor. Katılır mısınız?
Katılmıyorum. Çünkü bu hareket, IŞİD gibi radikal İslami bir hareket değil. İslami referansları olmasına rağmen burjuva olmaya çalışan bir hareket. Bir zamanlar Erdoğan’a karşı olan, herhangi bir şekilde ne ideolojik, ne de inançsal bağı olmayacak insanlar bugün AKP ile beraber. Çıkar ilişkilerinin çok yoğun olduğunu görüyoruz. Patlamaya çok müsait bir dava. İş dağılmaya başladığında, yani oylar yüzde 40’ın altına düşmeye başladığında daha net göreceğiz. Bütün çaba buna yönelik. “Gemide hepimiz varız, ben batarsam siz de batarsınız” durumu da var. Çünkü 12 yıl boyunca yapılmış, yasaya aykırı çok iş var. Dolayısıyla yeni bir iktidar geldiğinde, kimin başına ne geleceği belli değil.
AKP içindeki krizin kaynağı olarak çözüm süreci işaret edilmişti. Sonra buna başkanlık sistemi de eklendi. Başkanlığa ilişkin hem AKP’deki, hem de sistem değişikliğine karşı çıkan devlet içindeki başka aktörlerin itirazlarına dikkat çekiliyor. Sizce, başkanlık sistemi krizin neresinde duruyor?
Erdoğan’ın başkanlık sistemi için temel argümanı şu; “Türkiye’yi kalkındıracağız. Bunun için de icracı bir yönetim olması lazım. Öyleydi böyleydi, bunlarla ben uğraşmam. Karar alırım ve yaparım. Bunun için istiyorum.” Şirket yönetimi dediği de o. Ama dünyada böyle bir yapı yok. Fransa’da, Amerika’da başkanlık sistemleri var ama bağımsız yargı, bağımsız parlamento gibi çok güçlü kurumlar var. Başkan her aşamada denetleniyor, böylece diktatörlük olması önleniyor. Erdoğan, “Yargı, yasama benim emrimde olacak, basın da sesini çıkarmayacak” diyor. Buradaki mesele niyet ne olursa olsun yöntem olarak diktatörlük. Niyetin de iyi olmadığını düşünüyorum, çünkü yolsuzluk gerçekten büyük bir mesele. IŞİD’le ilişkiler, Suriye meselesi çok büyük mesele. Roboski çözülmedi, Reyhanlı’daki patlamalar… Karanlık olaylar silsilesi var. Dolayısıyla başkanlık sistemiyle, bunlar da garanti altına alınmak isteniyor olabilir.
O nedenle mi Türk tipi?
Tabii. Türk tipi başkanlık diye bir şey yok ki. “Tarihimiz” göndermesi yapıyor ya Cumhurbaşkanı. Tarihimize baktığımız zaman ne var, padişahlar var. 1876’da Meşrutiyet ilan edilmiş, Meclis açılmış. Sonra Abdülhamit, Rus savaşını bahane ederek bunu ortadan kaldırmış ve 32 yıl boyunca tek başına yönetmiş. Başkanlık sistemi diye bunu kastediyorsa bilmiyorum. Ama Türk tipi başkanlık değil bunlar, padişahlık. Mustafa Kemal dönemine baktığımız zaman aynı şeyi yine görüyoruz. Güya partiler açılıyor fakat bütün partiler kapatılıyor. Eğer Türk tipi diye tek parti devletinden bahsediliyorsa bu.
Deniyor ki, ‘Erdoğan tam da seçim üstü bu sözleri sarf ediyor, çünkü halkı başkanlık sistemine kazanmak istiyor.’ Bu strateji karşılık bulur mu?
Zannetmiyorum. Artık başka bir mesele başladı; AKP oy kaybediyor. Kürt meselesinde politika değişikliğine gidilmesinin nedeni de bu. Çünkü barış meselesi AKP açısından çok büyük bir projeydi. 21 Mart günü Diyarbakır’da büyük Newroz kutlaması yapılırken, Davutoğlu İstanbul’daki kapalı salon toplantısında, “Kardeşler, seçim çalışmamızı başlatıyoruz, barış geliyor, bunu da biz sağlıyoruz” diyecekti. Tayyip Erdoğan buna engel oldu. Süreci patlattı.
Zaten geçtiğimiz haftanın yanıtı en çok aranan sorularından biri de buydu. Yani, ‘Gerekirse baldıran zehiri içerim’ diyen Erdoğan, neden ‘Kürt sorunu yoktur, Dolmabahçe’ye de karşıyım’ dedi?
Tayyip Erdoğan seçim kaybetmenin kendisi için yaşamsal olduğunu düşünüyor. Bunu bir ölüm kalım meselesi olarak görüyorlar. Kaybedecekleri o kadar çok şey var ki, o nedenle anketlere baktı ve AKP’nin eridiğini, oyların MHP’ye gittiğini gördü. Yani bir tarafta Kürt hareketi güçleniyor ve HDP barajı aşıyor, diğer tarafta MHP özellikle İç Anadolu’daki oylarını eritiyor. HDP yüzde 12’lerde olursa, MHP yüzde 19’lara ulaşırsa, AKP tek başına iktidar kuramıyor. Dolayısıyla başkanlık da hayal.
MHP’nin yükselişi, çözüm sürecine destek azalıyor şeklinde okunabilir mi?
Hiç sanmıyorum. Tam tersine, artıyor diye düşünüyorum. İnsanlar çatışma olmamasından, çocukların ölmemesinden çok hoşlanıyor. İnkar politikasının sokakta iflas etmeye başladığını görüyoruz. Ama çatışma yeniden kamplaşmayı yaratabilir. Ve dikkat edelim, hep bu kamplaşmadan oy almaya çalışıyorlar. Buna izin vermemek lazım.
Süreç toplumsal desteğini yitirmiyorsa, AKP neden oyların MHP’ye gitmesini çözüm süreci üzerinden önlemeye çalışıyor?
Ekonomideki gidişattan yolsuzluklara bir sürü alanda çok ciddi sorunlar yaşanıyor. İktidarını kaybediyor. Dolayısıyla oy kaybını milliyetçilik üzerinden korumaya çalışıyor. Çünkü iki puan bile o kadar önemli ki. Sadece hükümet olma değil kafasındaki, var olma-yok olma meselesi olarak görüyor… İki ay önce Berlin, Frankfurt ve Paris’teydim. Batıdaki Tayyip Erdoğan ve AKP algısı, Saddam Hüseyin algısına dönüşmüş. Dünya liderliğinden, “Oyum bana yeter”e geldik. Değerli yalnızlık deniyor... “Evimde tek başıma otururum, komşularla konuşmam” diye bir dünya yok. Su alamazsın, ekmek alamazsın, çocukların dışlanır. Yaratılan algılar patır patır dökülüyor. Abdülkadir Selvi’nin “Büyü bozuluyor” dediği işte bu. Ki, bu adam en yandaş adamlardan biri. O cephede de bir çatışma var. İki farklı eğilim görüyoruz. Yeni Şafak başka bir tavır alıyor, Sabah gazetesi başka. Dindar kökenli kesimlerle, dindar kökenli olmayıp bu işten rant sağlayan kesimler arasındaki çatışma gibi gözüküyor bana.
Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, “Cumhurbaşkanımızın sözleri bizim için talimattır” dedi. Öte yandan, sürecin seçimlere kadar dondurulacağına ilişkin yorumlar da var. Sizce, çözüm süreci bu gelişmelerden nasıl etkilenir?
Bence bu seçime kadar böyle gidecek. Benim büyük korkum, bir çatışma ortamı yaratılması ve HDP’nin yeniden marjinalliğe doğru itilmesi.
Böyle bir strateji mi var?
Bence var. Böylece AKP, kendi milliyetçi oylarına yeniden kavuşacak. Ne kadar gözü kara davranabilirler, onu bilmiyorum.
İTTİHATÇI YÖNTEMLER BUGÜN DE KULLANILIYOR
Ülkenin edebiyat, kültür sanat iklimi cephesinde nasıl bir fotoğraf var? Gelişmeler bu alana nasıl yansıyor?
Özellikle tiyatro, sinema alanında olumsuz örnekler söz konusu. Edebiyatta bunu çok görmüyoruz çünkü oturuyoruz, kitabımızı yazıyoruz. Ve böyle dönemlerde daha iyi romanlar üretilir! Direniş romanları, baktığımızda dünyada hep böyle olmuştur. Sorun bence sanatçının boyun eğmemesi, bağımsız olması. Bu dönem eğer sanatçının ahlakından söz edeceksek, bunun adı iktidardan bağımsız olmaktır. Sözünü korkmadan söylemesidir. Bu ülkede bir zulüm varsa, bu ülkede yanlış giden bir şey varsa bir sanatçı olarak bunun karşısında durmak hem gündelik hayatta, hem politik hayatta, hem de elbette yazdıklarımla karşısında olmak benim vicdani ve ahlaki sorumluluğum. Kimseye “bunu niye yapmıyorsunuz” deme hakkına sahip değilim ama kendi adıma bunu yapmazsam bir şeylerin eksik kalacağına inanıyorum.
“Bir polisiyeci olarak iki ‘derin’den etkileniyorum. Bir tanesi ülkenin derin tarihi ve kültürü, diğeri de ülkenin derin devleti” diyorsunuz. Son romanınızın bahsettiğiniz ikinci “derin”e; İttihat ve Terakki üzerine olduğunu biliyoruz. Neden İttihat Terakki? Güncele de değdiği için mi?
Evet, bugüne inanılmaz benziyor. İttihat ve Terakki bir özgürlük hareketi olarak doğup, giderek despotik bir yapıya dönüştü. Dolayısıyla bazı açılardan bugüne çok benziyor. AKP’liler diyorlar ki “biz ittihatçı değiliz!” Ama şu an bence tam da ittihatçı yöntemler kullanılıyor. Bir yandan İttihat ve Terakki’nin bütün bir tarihini vermek istiyorum ama başarabilirsem romanda şunu anlatmak istiyorum; bu ülkede her zaman devlet kutsal sayılıyor. Devlet kutsal sayıldığı için de, devlet için insan öldürmek, devlet için ölmek kutsal sayılıyor. Hayır, devlet kutsal değil, insan kutsal. Bundan kurtulmak lazım. Derin devletin kökü buralara kadar uzanıyor. Bu roman böyle bir hesaplaşma romanı.
Okurlarla ne zaman buluşacak?
Sonbaharda.
ASIL MESELE BİRLİK OLUŞTURMA MESELESİ
İmzacılarından olduğunuz çağrı metninde, ‘Bu desteğin açıkça görülen kimi kararsızlıkların giderilmesine olumlu bir katkısı olacağını düşünüyoruz. Böylesi bir zemin, seçim sonrasında kurulacak, geliştirilecek ilişkiler açısından da önemlidir’ deniyor. Bu bağlamda Birleşik Haziran Hareketi’nin (BHH) kararını nasıl değerlendirdiniz?
BHH pek çok siyasi partiden oluşuyor, genel eğilim de aslında bunu deklere etmemelerine rağmen HDP’yi destekleme yönünde. Ama o hareketin içindeki bazı gruplar HDP ile işbirliği içine girilmesini, destek verilmesini doğru bulmuyor. Bunu da anlayışla karşılamak lazım, Kendileri bilir, diyecek bir şey yok.
Ülkemiz aydınlarının memleket meseleleriyle olan ilişkilerinde baskıların da kaynaklık ettiği bir mesafeden söz edilirdi. Sizce bu mesafe daralmaya başladı mı?
Evet, itirazlar yükseliyor. Türkiye’de yaşanan otoriterleşme ve giderek yaşam hakkının gasbedilmesi ve bir yaşam tarzının dayatılıyor olması, özellikle de sanatçıysanız, bilim insanıysanız sıkıntı yaratıyor. Çünkü artık “Ben oyumu veririm ve kendi üretimimi yaparım arkadaş” durumu yok. Kendi üretimini de yapamaz duruma geliyorsun, artık herkes bunu hissediyor. Dolayısıyla insanlar seslerini duyurmaya başlıyor. Baskıya rağmen, daha etkin ve giderek daha cesur bir biçimde ve çok değişik kesimlerden karşı çıkılıyor.
Bence burada asıl meselemiz, bu olumsuzluğu yaratan yapıya karşı birlik oluşturma meselesi. Ben o açıdan İç Güvenlik Yasası’na karşı parlamentoda HDP, CHP ve MHP’nin ortak bir tavır almasını çok değerli buldum. Dolayısıyla haklısınız, giderek daha cesur oluyoruz ama yeterli değil daha fazla cesaret lazım. Mesela HDP’ye desteğin altına çok daha fazla ismin imza atması lazım, keşke kendisini Kemalist diye tanımlayan insanlar da burada olabilselerdi. Çünkü bu hepimizin yararına...
AKP-ORDU YAKINLAŞMASI ÇOK TEHLİKELİ
Bir çatışma ortamı yaratılmasından kaygı duyduğunuzu söylediniz. Son dönemde AKP yanlısı medyada bu kaygınızı besleyen “seçim öncesi provokasyon olacak” yönünde haberler yapılıyor. Provokasyon söyleminin iktidar tarafından bu kadar dillendirilmesini siz nasıl okuyorsunuz?
Bunlar olabilir ve beni korkutan o açıkçası. Geçtiğimiz hafta Adımlar Dergisi’nde bombanın patlaması da manidar. Saldırıyı yeni bir örgüt sahiplendi, kimdir bilmiyorum. Bu tür şeyler olabilir maalesef. Sorun buna meydan vermemek. Sadece Kürt hareketi değil, Türkiye’deki demokratik kamuoyunun buna meydan vermemesi gerek. Ne olur bilemem ama böyle bir süreç -AKP’nin tümüyle bu süreç içinde yer alacağını da açıkçası düşünmüyorum-, seçim öncesinde böyle bir karanlık dönem çok korkunç olabilir.
Tam da burada, asker-AKP/Erdoğan ilişkisini soralım. Zira, Erdoğan’ın Harp Akademilerinde yaptığı konuşmada Balyoz ve Ergenekon davaları için “kandırıldık” demesi, ardından Genel Kurmay Başkanı’nın, Öcalan’ın Newroz mesajındaki “Eşme ruhu” vurgusuna yönelik sert açıklaması ve Dağlıca’daki çatışma gibi arka arkaya gelen gelişmeler dikkat çekici. AKP’nin askerle ittifak içine girdiği yorumlarına katılıyor musunuz?
Evet, yıllardır “ordunun vesayetini kaldırdık, orduyu siyasetten uzaklaştırdık” diyen Sayın Cumhurbaşkanı, orduya yakınlaşma çabası içinde. Bu çok tehlikeli çünkü bu Türkiye demokrasisi açısından özlenen bir şey değil açıkçası. Kürt hareketinin şu noktada çok çok dikkat etmesi gerektiği kanaatindeyim. Çünkü dediğim gibi, öyle bir ortam yaratılmak isteniyor.
CHP ULUSALCI OYLARI KAYBETMEK İSTEMİYOR
Sizce Demirtaş’ın gerek grup toplantısında, gerek daha sonra İstanbul Newrozu’ndaki vurgusu, ‘AKP-HDP işbirliği yapıyor’ propagandasını kırdı mı?
Kırıldığını düşünüyorum. Bunu yine kullananlar olacaktır ama çok kullanamayacaklar. AKP içindeki çatışmanın da bir olumlu tarafı varsa, bence budur. AKP sürekli “İmralı ile Kandil arasında çatlak var” diyordu. Ama ortaya çıkıyor ki, orda çatlak yok, tek ses var. Hatta Demirtaş, “Heyetten de vazgeçiyoruz, yeter ki süreç bozulmasın” dedi. Bu çok değerli ve doğru bir hamle... Ne oldu? AKP tutarsızlığa düştü. Ben Demirtaş’ın şahsiyetine güveniyor ve inanıyorum. Ve işbirliği olabileceğine ihtimal vermiyorum, o yüzden de destek veriyorum zaten.
Demirtaş vurgunuz öne çıkıyor. Neden Demirtaş?
Çünkü şeffaf, gördüğüm, bildiğim bir insan. Abdullah Öcalan cezaevinde. Bir müzakere yürütüyor, ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yok. Siyasi partilerin bilgilendirilmemesi çok yanlış. Şeffaf olması lazım. Bir yere kadar olabilir ama ondan sonra “Şu şu konuları görüştük, şöyle kararlar aldık” denmesi lazım. Dolmabahçe’de açıklanan 10 maddenin altına imzamı atarım. Türkiye’deki her demokrat insan da bunun altına imza atar. Adam ne özerklik diyor, ne bağımsız Kürdistan diyor, ne silahlı mücadele diyor. Demokratik Türkiye’den bahsediyor. Buna MHP’nin de imza atması gerekiyor, çünkü eşit vatandaşlık ve demokratik anayasa temelinde güçlü bir ülkemiz olacak.
MHP’nin de imza atmasını beklediğiniz gerek 10 madde, gerekse genel olarak çözüm süreci karşısındaki CHP’nin pozisyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir sosyal demokrat parti olarak bu meseleye asıl sahip çıkması gereken onlardı. Fakat ne yazık ki, bir dönem CHP’de ulusalcıların etkin olması... Bugün CHP yönetiminin ulusalcı olduğunu zannetmiyorum ama ulusalcı oyları kaybetmeme gibi bir kaygıları olduğunu düşünüyorum. O yüzden çok net bir tavır içine giremiyorlar. Ben “beyaz Türk” diye bilinen pek çok CHP’li ile konuşuyorum, “HDP’ye oy vereceğiz” diyorlar. Diyeceksiniz ki, “Bunun halkta ne kadar karşılığı vardır?” Onu bilemiyorum ama yine de önemli bir veri olduğunu düşünüyorum. Burada etkili olan bir, PKK’nın silahlı mücadeleyi/çatışmayı bırakmış ve insanların ölmemiş olması; iki, Demirtaş’ta somutlanan HDP’nin Türkiye partisi olması, talepleri geniş çerçevede ele alması. HDP laik bir parti ve kadınlara en fazla kontenjan sağlayan parti. Kobani’ye baktığımızda Kürt kadın savaşçılarını görüyoruz. Bu seküler sistem savunmasında önemli bir simge. Bana göre de Kürt meselesinin çözümü Türkiye’nin demokratikleşmesinden ayrı bir çözüm değil. Hem coğrafi olarak değil, hem bölgesel olarak değil. Kürt hareketine düşen, bütün kışkırtmalara rağmen asla bir çatışma ortamına girmemesi, hakikaten samimiyetle barış istediğini bir kere daha insanlara göstermesi, kafalardaki ön yargıları paramparça etmesi. Bu şekilde, HDP ilerde Türkiye’nin ana muhalefet partisi olabilir.
BAĞCILAR’DAN ALINAN OY, KADIKÖY’DEN ALINACAK OYDAN DAHA DEĞERLİ
Yapılan anketlerin birçoğuna göre HDP barajı aşıyor. HDP’yi yüzde 12 bandında gösterenler de oldu. Sizce bu bir algı operasyonu olabilir mi?
Bence buradan çıkan asıl mesaj, HDP ve HDP’yi destekleyenlerin “barajı geçtik” diye bir düşünce içinde olmaması lazım. Her oy değerlidir, her oya ihtiyacımız var. Seçim sandıklarını korumak önemlidir. Seçim propagandaları doğru bir şekilde yürütülmelidir. Çünkü bizde şöyle bir şey var, kendi festivalimiz, kendi yarattığımız gürültü bizim gözümüzü boyayabilir. Buna aldanmamak lazım, o nedenle daha çok oy getirecek adımlar atılması lazım.
O oy nasıl elde edilir? Türkiye partisi olma iddiasının altı sizce nasıl doldurulmalı?
Birincisi, gerçekten Türkiye’nin sorunlarını içermesi. İkincisi, oy getirecek insanları bulmak lazım.
Adaylar için mi söylüyorsunuz?
Tabii, mesela Mir Dengir Fırat, Celal Doğan gibi. Başkalarını bilmiyorum ama bu insanlar ezber bozan insanlar. Bu insanlara gitmek lazım. Kim varsa onlarla konuşmak lazım. Geleneksel oy toplama yöntemlerini kullanmakta bir sakınca görmüyorum. Yapacağımız büyük mitingler önemli ama oy için miting yeterli değil. ÖDP’yi düşünün, “aşkın ve devrimin partisi, bakın özgürlük rüzgarı esiyor, herkes bayılıyor.” Ne oldu? Hayır, herkes bayılmıyor. Çok küçük bir kesim, yüzde 1’lik, yüzde 2’lik küçük bir kesim. Aldatmaca, yanılsama dediğimiz şey bence burada gizli. Evet, sosyalistler oy oranları düşük olmasına rağmen çok aktifler. Hayatın her alanında mobilize oluyorlar, doğru eylemler yapıyorlar, fedakarlar, bunu yapabiliyoruz ama buna aldanmamak lazım. Bu, kendi eylemimizde sarhoş olmak, kendimizi kandırmaktır. Bu da çok değerli, yani sosyalistlerin propaganda çalışması sırasındaki akıllıca eylemleri çok değerli. Ama asıl değerli olan yüzde 10 barajını aşmak ve halkın oylarını almak. Bunun için de Bağcılardan, Sultanbeyli’den alınan oy, Beşiktaş’tan veya Kadıköy’den alınan oydan daha değerli.
Neden daha değerli?
Çünkü buralardan oy zaten gelir. Yani CHP’nin bir kesiminden gelir. Bu kolay. Onlar kendiliğinden verir zaten. Konuştuğum, yıllardır CHP’ye oy veren arkadaşlarım oyunu iki sebepten HDP’ye vereceğini söylüyor. Bir, HDP’nin barajı aşması AKP’yi geriletecek; iki, CHP’ye de bir ders vermek istiyorum. Çünkü HDP güçlenirse CHP daha çok sola gider. Yani son derece mantıklı insanlar, görüyorlar. Ama bu insanların sayısı belli. O yüzden asıl yoksul insanlara gitmek gerek. Sadece AKP’ye veren Kürtlere değil, Türklere de.