Obsesyon Haline Gelmişti! 90'lar Hollywood'unda Neden Sürekli Melek ve Şeytan İmgeleri Vardı?
Tüm zamanlar kendine göre kaotik olsa da 90'lar Amerikan kültürü açısından daha fırtınalı zamanlardı. Bu kaos ortamından Hollywood da beslendi: Mücadeleler, melekler, şeytanlar filmlerde sık sık görülmeye başlandı.
Peki 1990'lar Hollywoodu'nun ünlü yapımlarındaki melekler ve şeytanlar neden birçok filmde obsesyon haline geldi? Hangi filmlerde karşımıza çıktı gelin birlikte inceleyelim... 👇
Şeytanlar ve melekler arasında büyük bir fark varsa Dünya'da var olmak için her zaman farklı niyetlere sahip olmaları elbette.
"The Prophecy", insanlığın kaderi için savaşa giren melekler ve şeytanlar etrafında inşa edilmiş bir franchise.
Frank Langella, "The Ninth Gate"teki şeytan imgesi için 3 farklı eser bile oluşturuyor.
Cehennem, şeytani güçler, büyümekte olan süper kahraman türüne de dahil oluyor.
Öte yandan Hollywood yapımlarındaki meleklerimiz, genel olarak dünyanın durumuyla pek ilgili değiller. Dünyayı değiştirmek yerine kişilerin hayatlarını değiştirmeye odaklanıyorlar.
William Hurt ve Andie Macdowell arasında bir çöpçatanı oynamak isteyen melek Michael olarak John Travolta da kişilerin aşk hayatına dokunarak bireylerin hayatlarını iyileştirmek isteyen melek figürlerden.
"A Life Less Ordinary"de de Delroy Lindo ve Holly Hunter, umutsuzca Ewan McGregor ve Cameron Diaz'ı bir arada tutmaya çalışıyorlar.
Cennetten yeryüzüne gönderilen melekleri de unutmayalım.
Bir de koruyucu meleklerimiz var...
Ghost'ta Demi Moore'un, Heart and Souls'da Robert Downey Jr.'ın korunması veya Robin Williams'ın Cuba Gooding Jr. tarafından What Dreams May Come'da cennete yönlendirilmesi akıllara ilk gelen örneklerden.
Peki 90'lar Hollywood yapımları şeytan, melek, cennet ve cehennem imgelerine neden bu kadar "kafayı takmış" durumdaydı?
90'lar Hollywood'unda, kötülüğünden iyi olmak için vazgeçebilecek bir şeytan yoktur, ancak bir meleğin dünyanın kötülüklerine yenik düşme şansı her zaman vardır.
O zamanki Amerikan kültürü bağlamında bakıldığında, bu, zamanın öncelikle beyaz, orta sınıf ana akım izleyicilerinin mutluluğu ve güvenliğine ilişkin genel bir güvensizliği yansıttığı iddia ediliyor.
Değişen hükümetler; teknoloji, eğlencenin tüketiliş ve pazarlanış şekilleri, Oklahoma City bombalaması vb. ulusal trajedilerin medyada yer alması gibi durumların ortasında sert bir değişim yaşanmasından sonra her şeyin masumiyetini kaybettiğine inanılıyordu.
Dini estetik ve ögeler kullanan bu tür filmler yapmak (dogmatik dini yapımlar olmanın aksine), izleyicilere bir kargaşa sunarak endişelerini çözmeleri için bir alan veriliyordu.
Ya da her şeyin yoluna gireceğine dair rahatlatıcı bir güvence verip bir meleğin ruhlarını kolladığı algısı yaratılıyordu.
Bu nedenle, kıyameti tetikleyen şeytan figürleri ve en çok ihtiyacı olanların ruhlarını kurtarmak için yeryüzüne inen melekler hakkındaki filmlere maruz kalma fikri, varoluşsal bir krizden geçen insanlar için bir tür sinema terapisi görevi görüyordu.
90'lı yıllardaki Amerikalı izleyiciler, etraflarında sürekli değişen ve görünüşte daha da kötüsü olan bir dünyayı anlamlandırmak için bu rahatlatıcıya ihtiyaç duyuyorlardı.
90'lar Hollywood'u da insanların, dünyanın sona erdiğine ikna olduğu bir zamanda, kitle iletişim makinesi trajedilerini bir çeşit rahatlatıcı ve gerçekten uzaklaştırıcı bir gösteriye dönüştürdü: Bir çeşit sinema kilisesi oluşturdu.
Yorum Yazın