Yapabileceğim daha fazlası olmalıydı. Hem sosyal medyada anlatılanlar hem de ciddiyetsiz tv kanallarında gösterilenler beni zerre ilgilendirmiyordu, kendi gözlerimle görmeli, durumu kendim anlamalı ve ne eksik ne yaşanıyor kendim bilmeliydim.
Birkaç görüşmeden sonra bana orada koordinasyon sağlayacak kıymetli insanlarla konuştum, kalacak yerim ayarlandı ve atladım ilk uçağa, Pazarcık’a gittim. Kaldığım yer Yukarı Pazarcık denilen yerde Pazarcık’a bir tepeden bakan bir muhitteydi. Nispeten kayalık olduğu için daha sağlam ve pek çok yere göre daha az hasar görmüş bir yerdi. Şunu yazarken bile utanıyor insan, “diğer yerlere göre daha az hasar görmek” ne demek. Yer yer yıkılan evleri görüyorsunuz elbette, her birinde ayrı hayatlar yaşanmış o evler artık yerle yeksan, bahçelerine ya da daha açık bir alana serpme çadırlar kurulmuş, bir hayatı devam ettirme çabasındaki insanları görüyorsunuz elbette.
Akşam Pazarcık’a girerken hava da artık kararmıştı, Erol Evgin’in en sevdiğim şarkılarından birinin sözleri düştü aklıma; “Evlerin ışıkları bir bir yanarken, bendeki karanlığı gel de bana sor” diyordu şarkının sözlerinde. Buradaysa ne evlerde bir ışık vardı ne de insanların yüzlerinde. Herkes karanlığa gömülüyordu akşam olunca. Gündüzleri ise herkeste bir telaş, kimi emekli maaşı çekebilmek için ATM kuyruğunda sırada, kimi yemek sırasında, kimi enkazın altında hala cenazesi olduğunu ve yıkım kararının durdurulmasını istiyor, kimi yıkılmış evinin moloz yığınına bakıyor, herkesin elinde bir sıra numarası, bir dilekçe, oradan oraya koşuşturuyor. Yine de söylemeden edemeyeceğim, Pazarcık nispeten diğer yerlere göre daha koordine çalışmış, daha çabuk toparlanmaya başlamış gibiydi. Kahramanmaraş merkezdeyse durum daha kötüydü.
İlk gün keşif gezisinin ardından Pazarcık Barınma Sorumlusu Kaymakam Mehmet Soylu ile görüştüm. Köylere neden 36 saat sonra girebildiklerini anlattı üzüntüyle, çektiği videoları gösterdi. “Yollar kaymış, yarılmış ve kayalar bazı yerleri kapatmıştı, üzerine bir de şiddetli kar yağışı vardı. Doğa sanki el birliğiyle önümüze türlü engeller çıkarıyor gibiydi. Önümüzde kayaları kaldırmak için bir greyder gidiyordu, aynı zamanda kar da kürüyordu ki yoldaki yarıkları görebilelim diye. Gidebildiğimiz son noktaya kadar araçlarla gittik ve gördük ki sonrasına devam etmemiz mümkün değil. Arama Kurtarma ekiplerinin yanı sıra sağlık ekipleriyle yaklaşık 3 kilometre, bir metre karın içinde köye tırmandık. Helikopter inemiyordu. Ne saha elverişliydi ne de hava şartları, ona rağmen büyük risk alıp oraya helikopter indirmeyi başardık.”
Büyük çoğunluğunuz deprem ânı videolarını izlemişsinizdir. Yer kürenin ayakların altında nasıl çalkalandığını, ayakta bir insanın dahi duramayacak kadar nasıl dalgalandığını tüylerimiz diken diken izledik. İstediğiniz kadar yol yapın, dağları ve ovaları ayıracak kadar büyük bir depremin kul yapımı yolları yaramayacağını düşünmek ahmakça olur. Doğaya kafa tutulmaz, ona ancak ayak uydurulur. Doğayla iş birliği yapabilseydi insanoğlu, şimdi biz bu deprem için bir felaket, bir yıkım diye bahsetmiyor olabilirdik. Dere yataklarına, bataklıklara ev yapmamayı, bir ev yaparken nereye yapacağımız kadar, hangi malzemeyi nasıl kullanacağımızı da doğru tahkik edip uygulasaydık, bir felaketten bahsetmeyecektik. Binlerce insan maalesef, başka insanların açgözlülüğüne kurban gitti.
Yorum Yazın