Kendi içindeki disiplini ile hayranlık uyandıran roman, delirmiş çılgın bir aklın ürünüdür zannımca. Tamamlanması yıllar alan romanların başka türlü ortaya çıkması düşünülemez. Üstelik bu edebi tür, yazım süreci bittiğinde bile tamamlanmış değildir. Onun nihai sonu ancak okurunun zihninde gerçekleşir.
Bugün başarıya ulaşmış pek az roman, aynı anda hem usta bir kurgu hem de benzersiz kıvrak, bir dile sahiptir. Bu niteliklerden yalnızca birinin çok iyi olması, esere beklediği ilgiyi verebilir. Zaman bilinci olmayan romanın, ne zaman okunup değer bulacağını kestirmek, bir eserle yazarı baş tacı eden ve yine bir eserle onu alaşağı eden insan zihninin nasıl çalıştığını anlamak kadar zordur. Bu ilgiye ya yazıldığı dönemde mazhar olabilir ya da gelecek bir zamanda. O yüzden başarıya nasıl ulaşıp okundukları hep bir muammadır.
Mesela Tolstoy’un eserleri vesilesiyle hâlâ yaşamakta olduğu düşünülürse… Shakespeare’in Hamlet’ indeki diyalogları günümüzde bile hayranlıkla takip ediliyorsa… Ya kendi yaşadıkları dönemin içinde fikirleri ve yaşam biçimleri tuhaf karşılanan o meşhur yazarlara ne demeli? Onların yapıtlarına olan bağlılığımız nasıl açıklanabilir? Kalbimizde hâlâ aşkla varlık gösteren Dostoyevski’nin eserleri -dünyanın bilinen en iyi romancısı olmasına rağmen- yazarın şehvet düşkünü, sapkın, hırsız, kumarbaz gibi yönleri esas alındığında üzerinde konuşulmaya gerçekten değmez mi? Bugün hangimiz onun eserlerini okurken asil kalemini değil de kişiliğinin karanlık yönlerini hatırlıyoruz. Victoria dönemi Büyük Britanya’sının en ünlü yazarlarından olan Oscar Wilde’ın çağının saygın edebiyatıyla çelişen düşünceleri ve yaşam biçimi yüzünden yaşadığı toplum tarafından dışlandığını birçoğumuz biliriz. Belki de sanatın beyhude olduğunu düşünen bu deha, toplum tarafından baskılanan topyekûn hislerimizin ve onun kendini sakınmaz dilinin üstadı olduğu için hâlâ okunuyor.
Bu örnekler üzerine biraz düşünürsek şunu fark ederiz ki zamanı aşan bu beğeninin ortak bir dili var. Genellikle toplumun onlardan istediğini söylemeyen, sistemin dışında kalan ve kendi fikirlerini dile getirmekten kaçınmayan yazarları işaret eden, zaman mefhûmu olmayan, ortak bir dil…
Acaba Orhan Pamuk da bu örnekler gibi kendi toplumunun dışında kalan ve alacağı tepkileri göz ardı ederek bekleneni veremeyen ama zamanını aşacak kudreti olan bir yazar mıdır? Yoksa sanat adı altında, belli bir güruhun kendisinden beklentisini ısmarlama eserlerle yerine getiren, kalemini çoktan kaptırmış bir yazar mıdır? Bu soruların cevabını herkes gibi ben de bilmiyorum. O veya bu şekilde, Veba Geceleri adlı son eserinin bir kesimi huzursuz ettiği açık. Ne olursa olsun, hiçbir haklılık payı gözetmeden söyleyebilirim ki toplumun aydınlık yüzü olarak bilinen bazı kesimlerin, şiddeti yüksek bir sesle, Orhan Pamuk üzerinden kendi ulusal edebiyatını linç etmesini doğru bulmuyorum. Asıl mesele tam da bu noktada Orhan Pamuk dan daha önemli değil midir, sevgili edebiyatseverler? Edebiyattaki özgürlük salt senden istenileni yazmak değildir; toplumun istemediklerini de okumaya katlanamadıklarını da yalnızca yaratıcılığın hizmetinde olarak, özgürce yazabilmektir.
Dün Kara Kitap’ı okurken cesur ve değerli addettiğimiz bir kalemi, bugün nasıl acze düştü sayıp alaşağı edebiliyorsak, yarın da onu yaftaladığımız sözlerimizin şiddetinden mi utanç duyacağız ya da yıllarca kitaplarını okumak uğrunda sarf ettiğimiz zamana mı yanacağız?
En doğrusunu, her zaman olduğu gibi zaman gösterecek.
Edebiyatta yaşadığımız bu şimdinin kara gecesi sonlanıp yerini geleceğin aydınlık yarınlarına bıraktığında, ardından sarf edilen tüm bu kara söylevler Orhan Pamuk’un yapıtlarının üzerinden silindiğinde, bahis konusu yapıt olan Veba Geceleri’nin yazarına duyulan her türlü öfke dindiğinde, romanın ortaya çıkacak gerçek değerini çok merak ediyorum. Çünkü eserin şu şartlar altında önyargısız incelenebileceğine ihtimal vermiyorum.
Keşke mesele sadece bir yazarın son kitabını beğenmemek olarak kalsaydı. İyi edebiyat faraziyesi, kişisel beğeniye göre şekillenen, son derece karmaşık muğlak bir konudur oysa. Yazar toplumun ortak beğenisinin sınırlı sorumluluğuyla değil kendi yaratıcılığının ona yazdırdığı özgür iradeyle sanatını icra etmelidir. Sizce de bir yazarın temel sorumluluğu, evvela kendine bahşedilen yaratıcılık yeteneğine sahip çıkmak değil midir?
Orhan Pamuk da ne yaparsa yapsın, kitapta kurgusunu nasıl ele alırsa alsın, kendi bakış açısına ve düşüncelerine dürüst yaklaşmalıdır. Okurun en ufak bir samimiyetsizliği atlamayacağını iyi bilmelidir. Gerçek bir sanatçı, ne pahasına olursa olsun, yaratıcılığın gereklerini cesurca yerine getirir. Bunu yerine getirmiyorsa ve toplumun onu yaftalamasını, dışlamasını göze almak istemiyorsa da o zaman magazin ağzıyla diyorum ki : ‘Hiç o topa girmemeli!’. Siz de hiç o topa girmeseydiniz efendim, yok öyle demedim böyle demek istemiştim de… Bunlar gerçekten edebiyatın özgürlüğüne kara çalan boş diyaloglar… Edebiyat öyle kabul edilmese de bir sanattır, tabiatıyla özgürdür ve öyle de kalmalıdır. Asıl mesele tam da bu noktada, sizden daha önemli değil midir, sevgili yazarımız?
Kanaatimce siz, unutamadığımız o yapıtlarınızın içinde özgürce icra ettiğiniz büyülü kurmaca dünyanızda kesinlikle çok daha güzelsiniz… Özgürlük her şeyden güzeldir çünkü! Her şeyden…
Çemen Tozbey ELMACI
Yorum Yazın
Yazarlık zor zanaattır tarih boyunca ne sürgünler ne vurgunlar yemiştir en iyi dediğimiz kalemler bile. Zoru yaşayanlardır onlar, farklı yaşayanlardır, farkl... Devamını Gör