Her tarafı didik didik edip kaybettiğim şeyleri arıyordum deli gibi ve onları çoğunlukla bulamıyordum belki ama aramadığım bir sürü şeyi buluyordum, ne haber!.. Eski resimler, unutulmuş kitaplar, bir kenarda kalmış kartlar, kızımla her hafta sonu saatlerce oynadığımız minik tırtıl, ilkokuldan kalma mızıkam, minik içki şişeleri, yabancı paralar, okuyamadığım el yazımla alınmış acayip notlar, oradan buradan indirilip basılmış makaleler, ah, eski mektuplar, tuhaf “budanebeler”…
Elime bunlardan biri ya da daha iyisi birkaçı geçtiği anda arama süreci tüm telaşını yitirip aheste bir keşif sürecine dönüşüveriyordu. Önce hızım kesiliyordu, yavaşlayıp başka bir alemin içine yatay geçiş yapıyordum ya da alem bana sızıyordu ve orada hiç aramadığım ama buluverdiğim her şeyle devam ediyordum günüme. Hatta arama bahanesiyle kaybettiğim şeyin bulunmasının imkansız olduğu yerleri karıştırdığım bile oluyordu ki, en keyiflisi de buydu. Aradığımı bulamamış oluyordum belki ama bulduklarımın aranası şeyler olduğunun farkına varıyordum ve o zamana kadar onlarsız nasıl yaşadığıma hayret ederek bağlanıyordum yeni cicilerime. “Onları da kaybedip, ararken başka şeyler bulacağın güne kadar…” diyebilirsiniz, belki de öyledir, hatta belki bilerek kaybediyorumdur yeni şeyler bulayım diye. Bilemedim.
Neyse, bunları düşünürken (evet, boşluk işte fuzuli düşünceler üşüşüyor) başka bir şeyin daha farkına vardım: Biz, “düşünebilen insan türü” olarak bu bulma işine fena halde önem veriyorduk.
İstikbalini istikrarda gören ve huzura “eren” insanlara “kendini buldu” diyorduk.
Kararlarında tutarlılık ve sürdürülebilirlik (yeni moda kelimelerimizden) merakını ikinci plana atan, bize göre “dağıtan” grubun neşeli ya da depresif üyelerine de “kaybetti bu kendini” etiketini yapıştırıveriyorduk.
Zaman zaman bu iki grup birbirine karışıyordu, bazen dağıtanlar kendini buluyor bazen de ermişler erimeye başlıyordu. Ama değişmeyen bir varsayımımız vardı:
İnsan durağan haldeyken “bulmuş” kategorisine giriyordu, hareketlenip yaramazlık yapıyorsa da kaybolmaya yakın gözüküyordu gözümüze.
Maazallah kaybolursa da kaybolduğu yere geri dönmesi ve hayata oradan devam etmesi bekleniyordu. Yiğit düştüğü yerden kalkardı zaten. 'Kendini kaybettiğin yerde ara, sakın başka yere bakma, ne olur ne olmaz başka bir kendin bulabilirsin.” diye şakıyordu yurttan sesler korosu toplu halde kanon yaparak.
Kulaklarımızı bu korodan koruyabilirsek içimizden fısıldayan sesin dediklerini duyabilirdik belki:
“Bu alemde “bulmuş” olan insanın “kendisi” diye eline tutuşturulan ve onun da bulduğunu zannettiği ve istikrarla kemirdiği şey ancak bir “big mac” kadar ona özeldi aslında.”
Kaybolmak denen şey plastik hamburger dükkanını ayın müşterisine bırakıp, lezzetle tokluk arasında seçim yapmak zorunda olmadığın bir yolculuğa çıkmaktı. Bulmak için kaybolmak gerekiyordu ve kâşiflere kayıp demek de ayıptı.
Ne dediniz? Duyamıyorum koro bastırdı yine.
Ecmel Ayral
Facebook
Twitter
Instagram
Linkedln
YouTube
Yorum Yazın