Çemen Tozbey Elmacı Yazio: Cebimdeki El
Vay be! Büyük İstanbul depreminin üzerinden tam yirmi iki yıl geçmiş… O gün kaldırıma çöküp ben şimdi ne yapacağım, diye düşünen o parasız tıfıl genç kız değilim artık. Basbayağı yaşlandım, cebimde bir tomar para. Neredeyse herkes paranın kâğıttan yapıldığını düşünür, oysa özel bir pamuk karışımından üretilir para. Kim akıl edip pamuktan yaptıysa helal olsun, pek ince düşünceliymiş. Muhteviyatından mıdır bilmem, severim paraya dokunmayı, hem de çok. Varlığı iyi geliyor bana. Paralı insan dediğin, tıpkı para gibi sinirsiz, yumoş yumoş olmalı. Neyse ki ben hiç öyle sinirleri alınmış biri olmadım ya. Çaresizliğe gömüldüğüm zamanlarda hep bir olurunu buldum çok şükür. Gönlümün ve aklımın ekmeğini yedim, ondan mı acaba? Zorum çok oldu ama, çalıştım hep. Olsun, sorun değil, sağlık olsun, çalışalım.
Çalışmaktan insana zarar mı gelirmiş!
Her şey saniyeler içinde olup bitmişti.
Deprem bir anda hayatımızı alaşağı edince yaka paça atmıştık kendimizi sokağa. Yaşadığımız apartman, çıktığımız anda yerle yeksan. Mahallemiz toz duman, çığlık kıyamet, bir zaman sonra leş gibi bir koku… O vakitten beri burnumdan hiç gitmez ölüm kokusu. Artık günlerce mi haftalarca mı hatırlamıyorum, evi başına yıkılan bir öbek insan diz dize oturmuştuk kaldırımlarda. Herkesin yüzünde derin bir çaresizlik. Gelecek omuzlarıma yığılmış, içim ağza alınmayacak küfürler savuruyor, hay ben böyle yazgının içine…
Deprem kökünden sarsmış güven duygumu. Yarına nasıl çıkacağım endişesi sarmalamış ruhumu. Annem, babam, kardeşlerim maaşıma bakıyorlar. Bir ay o maaşı yetiştirmek için hep beraber çabalardık. Yeterdir, yetmesine de soğuk kemiklerimizi sızlatırdı, açlık midemizi. Yoksulluk ensemizdeydi ve elini eteğini çekeceği de yoktu.
Neyse ki geride kaldı o günler. Hâlime vaktime şükrederek ATM’den çektiğim paraya bakıyorum. O vakitler bir ay geçinmek zorunda olduğum paradan tam üç kat fazla. Şimdilerde nasıl oluyorsa bir günüme bile yetmiyor.
Aklım başıma gelince, saati fark ediyorum. Büyük oğlanın öğretmeni, ha geldi ha gelecek. Eve para yetiştirmem gerek. Oradan ayrılırken gözüme, ATM’nin dibinde kat kat battaniyelere sarınmış bir evsiz takılıyor. Acıyarak duruyorum, az evvel çektiğim paradan bir miktarı usulca koyuyorum önüne. Şaşırmış olacak bıraktığım miktara. Yerinden doğrularak kafasını uzatıyor. Adam falan değil yahu karşımdaki, yaşı olsun olsun en fazla on beş. Gözleri de kirli yüzünde iki mavi boncuk, göktaşı gibi ışıldıyor. Kaçıyorum oradan apar topar, acı canımı yakıyor, dayanamıyorum. Yüzüm bulutlanıyor. Yaşlar da toplanmış gözüme, ağlarken görsün istemiyorum. Neden böyle alelacele kaçıyorum acaba? Gerçekten üzüldüğüm için mi? Sahip olduklarımı bir gün ansızın kaybedebileceğimi düşündürüyor bana evsizin o hâli. Belki de acıma duygumun arkasında sadece kaybetme korkusu var. Birinin yoksunluğunu görünce, kendi hâline şükretmek ne tuhaf şey. Sonra içli içli düşünüyorum çocuğu; gerçekte endişelendiğim kişinin o değil de sadece ben olduğunu bilerek tabii… “Yahu bu çocuk bu vaziyette ne kadar yaşar? Yirmi beşini görebilir mi? Hadi görse diyelim, kemiklerine işlemiş onca soğukla nice olur hâli?” İnsan dediğin ne ki, oldu olacak bencileyin bir sersem işte.
Derin bir nefes alıyorum. Gökyüzüne bakıyorum. Tanrı’nın bir aralık bu olanları görmesini bekliyorum.
“Ohooo,” diyor içimden bir ses, “Sen yine her şeyi Tanrı’ya bağladın!” Cebimde bir tomar para, yazık ki yarına yok. Evdekiler talan etmese geceden sabaha fırlayan dolar sıfırlayabilir cebimi. Cebimde hep birinin eli…
Arabaya biniyorum. Caddenin köşesinden dönüyorum. Eve varıyorum. Kapıda çocuklarım bekliyor; debdebeli bir talan hazırlığı seziyorum, cebimi istila edecekler. Etsinler. Zaten ne için çalışıyorum ki? Yüzümdeki bulut onları görünce dağılıyor. Haydi. “pamuk eller cebe,” diyerek ceplerimi boşaltıyorum sevinçle. İçimden, “Neyim varsa sizindir, bozuk para gibi harcayın beni!” diyorum. Canları sağ olsun, tepe tepe harcıyorlar beni.
Yorum Yazın