Dünyanın Efsane Şarkılarla Anılan Efsane Şehirleri
Bazı şarkılar vardır, bir şehirle özdeşleşir. O kadar ki, haritada yeri bilinmese bile şarkının melodisiyle hafızalara kazınır. Ayrıca bazı şehirler vardır; müzikle anlatılmadan anlaşılmaz. Çünkü o şehirler sadece coğrafi değil, duygusal bir yerdir.
Bir şarkı söylenir, bir şehir doğar.
Şimdi sizi dünyanın dört bir yanına götüreceğiz.
Şarkılarla markalaşan, hikâyeleriyle efsaneleşen şehirlerin sesini birlikte duyalım…
Spotify hesabımda sizi için tüm şarkıları albüm yaptım, muhakkak bu yazımı okurken dinleyin!
1. Hotel California – Bir Şarkının İçinde Hapsolmuş Bir Rüya: Los Angeles

“You can check out any time you like, but you can never leave…”
Bir otel düşünün, içeri giriyorsunuz ama bir daha çıkamıyorsunuz. Gerçekte var mı? Hayır. Ama hissi gerçek. İşte Hotel California, The Eagles’ın 1976’da yayınladığı o unutulmaz şarkı, bir otelden çok daha fazlasını anlatıyor: Los Angeles’ın parıltılı ama tehlikeli yüzünü, Amerikan rüyasının çöküşünü, 1970’lerin kaybolmuş neslini.
Şarkı, ilk bakışta bir rock baladı gibi başlar ama her dizede daha karanlık, daha alegorik bir hal alır. “Welcome to the Hotel California…” dizesiyle birlikte girersiniz o dünyaya. Altın kaplı plaklar, kadife koltuklar, bol şarap ve yabancı bakışlar… Ama her şeyin ardında bir tutsaklık duygusu vardır. Bu şarkı, Los Angeles’ın sadece bir hayaller şehri değil, aynı zamanda tüketen, içine çeken, sonra unutan bir makine olduğunu anlatır.
Peki gerçekten bir otel var mıydı?
Hayır. The Eagles üyeleri defalarca açıkladı: Hotel California fiziksel bir yer değil, bir metafor. Bazıları bunun bir tarikatı, bazıları Hollywood’u, bazıları müzik endüstrisini anlattığını söyledi. Ama net olan bir şey vardı: “Hotel California”, bir dönemin kaybolan masumiyetine yazılmış en güzel ağıttı.
Yıllar içinde “Hotel California” şarkısı hakkında pek çok efsane doğdu. En çok bilinenlerinden biri ise şöyle:
İki âşık otelde buluşacaktır, ama biri gelmez. Gelen kişi otelde onu beklerken yangın çıkar, içeride mahsur kalır ve bir daha çıkamaz…
Bu anlatım doğrudan şarkının sözlerinde geçmese de Hotel California’nın kasvetli, tutsak edici atmosferi bu tarz hikâyelere ilham verdi.
The Eagles üyeleri, bu şarkının gerçek bir otele değil, 1970’lerin Los Angeles’ındaki yozlaşma, yalnızlık ve kaybolmuşluk hissine gönderme yaptığını söyledi hep.
Ama sonuçta müzik de biraz budur:
Bir metafor, herkesin kendi hikâyesini içine yerleştirebileceği bir alan.
Bugün hâlâ Los Angeles’a giden her müzik tutkunu, kafasında bu şarkıyla şehre bakar. Şehir ne kadar değişse de o melodide hep aynı duygu kalır: Işıklarla kandıran bir karanlık.
2. Portofino – Şarkıdan Çıkıp Hayal Haline Gelen Bir Akdeniz Kasabası

“I found my love in Portofino…”
Bir kasaba düşünün, küçücük. Ama adı söylendiğinde dünya durur, bir aşk hikâyesi başlar. Portofino, İtalya’nın Ligurya kıyılarında, sarı-mavi-yeşil pastel evleriyle denize bakan sessiz bir tablo gibi. Ama onu dünya sahnesine taşıyan şey, bir şarkıydı.
1958 yılında Fred Buscaglione isimli karizmatik, bıyıklı, caz etkili bir İtalyan şarkıcı, “Love in Portofino” adlı o meşhur parçayı söyledi. Hafif hüzünlü, çok zarif ve romantik… Şarkı, Portofino’yu sadece bir yer olmaktan çıkarıp, aşka dönüşen bir mekâna çevirdi.
Sonra o melodi yayıldı.
Dalida, Andrea Bocelli, Dean Martin, hatta Louis Armstrong bile söyledi bu şarkıyı. Her yorum farklıydı ama Portofino hep aynı kaldı: Hayatın yavaş aktığı, aşkın biraz şarap, biraz melodi olduğu, rüzgârın notaları taşıdığı bir yer.
Şarkıdan sonra ne oldu dersin?
Portofino, dünya jet-set’inin uğrak yeri oldu. Richard Burton ile Elizabeth Taylor orada öpüştü, Madonna teknisiyle geldi, George Clooney gizlice kaçtı. Ama ne kadar lüksleşirse lüksleşsin, Portofino’nun asıl büyüsü, hâlâ o şarkının sözlerinde gizli:
“I found my love in Portofino,
Because I found my love in Portofino…”
Portofino’ya gitmeseniz bile, o şarkıyı dinlediğinizde bir pencere açılır zihninizde. Ve işte o pencerenin dışında, Portofino vardır.
3. New York, New York – Hayallerin Şehri, Şarkıların Zirvesi

“Start spreadin’ the news, I’m leavin’ today…”
Bu ilk cümle bile yetiyor aslında. Çünkü New York sadece bir şehir değil; bir hedef, bir meydan okuma, bir yeniden başlama duygusu. Ve bu duyguyu, en güçlü şekilde anlatan şarkılardan biri 1977 yılında yazıldı: “New York, New York.”
İlk olarak Liza Minnelli için yazıldı ama şarkıyı ölümsüzleştiren, 1980’de yorumlayan Frank Sinatra oldu. O gür sesiyle, ellerini iki yana açıp “If I can make it there, I’ll make it anywhere” dediğinde, sadece New York’a değil, hayata inanan bir kuşağın sesi oldu.
Bu şarkı, göçmenlerin, sanatçıların, sıfırdan başlayanların şarkısıydı.
Her biri New York’a adım attığında, Times Square’in kalabalığına karıştığında, kafasında bu şarkı çalıyordu. Çünkü bu şehir, sizi ezerken aynı anda sizi var da edebilirdi.
Bugün hâlâ New York Yankees maçı başladığında statta bu şarkı çalınır. 31 Aralık gecesi Times Square’de yılbaşı kutlamalarının finalinde duyulur. Bu şarkı New York’un resmi olmayan marşıdır.
Aslında şöyle der:
Buraya geldin mi, cesur olmalısın. Hayalinin peşinden koşmalısın. Çünkü bu şehir kimseyi beklemez. Ama seni de bir daha unutmaz.
“These little town blues are melting away
I’m gonna make a brand new start of it
In old New York…”
4. Budapest – Gitmediğin Bir Şehri Bu Kadar Güzel Anlatabilir Misin?

“My house in Budapest, my hidden treasure chest…”
İngiliz müzisyen George Ezra, 2014 yılında henüz çok gençken söyledi bu şarkıyı. O derin bariton sesiyle, zarif bir gitar melodisinin üzerine dökülen kelimelerle bir aşk hikâyesi anlattı. Evi, arabası, kül tablası, hepsini bırakabileceği bir aşk… Ve tüm bunların başlangıç noktası: Budapest.
Ama işin en ilginç yanı şu: George Ezra, bu şehre hiç gitmemişti.
İnternetsiz kaldığı bir tren yolculuğunda, Budapeşte planını iptal etti. Sonra oturup bir şarkı yazdı. Bu şarkı, aslında bir yere değil, “ulaşılamayan, ulaşılmak istenen bir hayale” yazılmıştı. Ve o hayalin adı olarak, Budapeşte geldi aklına.
Yani Budapest, Ezra’nın gözünde gerçek bir şehirden çok, aşk uğruna terk edilecek her şeyin simgesiydi. Bu yüzden şarkı her çaldığında dinleyenler sadece Macaristan’ı değil, kendi yarım kalmış hikâyelerini, vazgeçtiklerini, ulaşamadıklarını da hatırladı.
İşin ironisi ise şu:
Şarkı dünya çapında başarı kazandıktan sonra George Ezra nihayet Budapeşte’ye gitti. Ama o da kabul etti: “Asıl Budapest, kafamdaki şehirdeydi.”
“You, ooh, you, ooh
I’d leave it all…”
5. Istanbul (Not Constantinople) – Hem Tarihi Hem Ritmiyle Unutulmaz Bir Şehir

“Even old New York was once New Amsterdam…”
“Why they changed it, I can’t say—people just liked it better that way!”
Bazı şarkılar vardır, bir şehir hakkında yazılmış olmanın çok ötesindedir. “Istanbul (Not Constantinople)” de işte onlardan biri.
1953 yılında The Four Lads tarafından kaydedildi, sonrasında onlarca farklı versiyonu yapıldı. En çok da 1990’larda They Might Be Giants grubu tarafından yeniden seslendirildiğinde popülerleşti. Hatta genç nesil bu şarkıyı “Animaniacs” çizgi dizisi sayesinde tanıdı.
Peki neden bu kadar meşhur oldu?
Çünkü bu şarkı hem tarihi merakla hem de eğlenceyle anlatmayı başardı.
Adeta şöyle diyordu:
“Burası bir zamanlar Konstantinopolis’ti. Ama artık İstanbul. Neden mi? Çünkü insanlar böyle sevdi!”
Yani şarkı, binlerce yıllık bir isim değişikliğini alıyor ve onu swing ritmiyle eğlenceli, esprili bir dile dönüştürüyor. Sözlerinde ciddi bir tarih mesajı var ama asla ağır bir tonda değil. Tam tersine, dans ettirerek öğretiyor.
Şarkının dünya çapında hâlâ dinleniyor olması İstanbul’un gizemli çekiciliğini de gösteriyor. Hem doğulu hem batılı… Hem tarih hem pop. Ve evet: hem Konstantinopolis hem İstanbul.
Bu şarkıyla İstanbul, sadece tarih kitaplarından değil, dans pistlerinden de dünyaya anlatıldı.
6. April in Paris – Bir Mevsimlik Aşkın Notalara Dökülmüş Hâli

“April in Paris, chestnuts in blossom…”
“Holiday tables under the trees…”
Bazı şehirler her zaman güzeldir ama bazı şehirler, belli bir ayda efsaneleşir. Paris, her zaman büyülüdür ama nisanda bambaşkadır. Ve bunu en iyi anlatan şarkılardan biri, 1932 tarihli caz klasiği: “April in Paris.”
İlk kez Harold Arlen (besteci) ve Yip Harburg (söz yazarı) tarafından Broadway müzikali için yazıldı ama asıl yükselişini caz dünyasında yaptı. Özellikle Count Basie Orchestra’nın 1950’lerdeki o unutulmaz yorumu, parçayı bir caz standardına dönüştürdü.
Bu şarkı Paris’i sadece bir şehir değil, bir duygu gibi anlatır.
Baharda açan kestane ağaçları, sokak kafelerinde kurulan küçük masalar, Seine kıyısında yürüyen âşıklar… Ve en önemlisi: Paris’in insana yaşadığını hatırlatan o eşsiz hali.
“This is a feeling that no one can ever reprise.”
Bu satırla şarkı, Paris’te yaşanan bir duygunun başka hiçbir şehirde, başka hiçbir zamanda yeniden yaşanamayacağını söyler.
O yüzden bu şarkıyı dinlediğinizde Paris’e gitmeseniz bile, orada bir bahar sabahına uyanmış gibi hissedersiniz.
Bugün hâlâ Paris’e nisan ayında giden biri varsa, kulaklıklarında “April in Paris” çalma ihtimali çok yüksektir. Çünkü bu şarkı, sadece bir şehir değil, o şehrin insan üzerindeki büyüsüdür.
7. London Calling – Bir Şehrin Uyarısı, Bir Kuşağın Haykırışı

“London calling to the faraway towns
Now war is declared and battle come down…”
Bazı şarkılar vardır ki bir şehirle özdeşleşmez; o şehri temsil eder.
“London Calling”, sadece Londra’nın sesi değil; 1970’lerin sonunda kaybolmuş, hayal kırıklığına uğramış bir kuşağın çığlığıdır.
O çığlık, punk gitarıyla, distorsiyonla, karanlık sözlerle duyulur.
1979 yılında The Clash tarafından yazılan şarkı, o dönemki İngiltere’nin ruh hâlini tüm dünyaya aktardı:
İşsizlik, çürümekte olan şehirler, nükleer korku, göçmenlik, çevre felaketleri…
Tüm bunlara karşı susmayan bir gençlik.
Şarkının ismindeki “Calling” aslında eski BBC savaş yayınlarına bir gönderme:
“This is London calling…”
Bir zamanlar Nazi Almanya’sına direniş yayını yapan BBC’nin cümlesi, şimdi şehrin gençleri tarafından sisteme bir isyan çağrısına dönüştürülmüştü.
Müziğin hızı, sözlerin ağırlığı ve o distopik atmosferle Londra, burada romantik ya da zarif değil; gerçek, soğuk, asi ve ayakta kalmaya kararlı bir yer olarak tasvir edilir.
Bugün hâlâ “London Calling” çaldığında, dünya o dönemki Londra’yı ve o ruh hâlini hatırlar.
Aslında şunu anlarız:
Londra sadece kraliyet, müzeler, çay saati değildir. Bazen çelik bir gitar sesiyle gelen bir uyarıdır.
Spotify Playlist Hazır!

Tüm bu şehirleri kulaklarınızla keşfetmek isterseniz, sizin için özel hazırlanan Spotify listesini dinleyebilirsiniz:
Şarkılarla Marka Olmuş Şehirler – Spotify
Peki Sizin Şehriniz Hangi Şarkıyla Anılıyor?
Yorumlara yazın, belki bir sonraki listede sizin hikayeniz de olur…
Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. © Onedio
Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!