Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!
Ertürk Akşun Yazio: Yalnızlığın ve Çaresizliğin Yeni Kodları
Sanat felsefenin beden bulmuş halidir.
Beni takip eden okuyucularım bilirler, edebi çizgi romanlara karşı özel bir düşkünlüğüm vardır. Çizgi roman dünyasına uzun uzadıya dalacak değilim ama başlayacak olanlar için küçük bir ön hazırlık olsun bu yazı...
Dünyada çizgiyle yazının birleştiği birkaç tür vardır.
Eski çizgi romancıların anne babalarından mütemadiyen işittiği bir söz vardır, maruz kalanlar hatırlayacaklardır hemen;
“O uyduruk çizgili şeyleri okuyacağına, doğru düzgün kitap oku!”
Bugün size bahsedeceğim kitap, bir manga... Ama bana göre edebi bir çizgi roman.
Yalınayak Gen...
(İlginçtir ki edebi çizgi romanların çoğu biyografik eserlerden oluşuyor.)
Gerçek bir hayat hikayesinden yola çıkılarak yazılmış ve dünyada nükleer enerji karşıtları açısından çok önemli bir araç sayılan bu eser, Japonya’ya atom bombası atılması faciasından birkaç ay önce başlayıp, bombanın ardından yaşanan büyük yıkımla baş etme çabasına giren bir ülkenin ve insanlarının tarihi, dokuz yaşındaki bir çocuğun gözünden anlatılıyor.
Bu bir seri çizgi roman... Türkçede şimdiye dek 7 cildi yayınlandı.
“Yazının başlığıyla Yalınayak Gen’in ne ilgisi var?” diye sorabilirsiniz.
1900’lerden başlayan bilimsel gelişmelerin, 1960’lara gelindiğinde insanoğlunu psikolojik olarak nasıl etkilediğini sorgulamak istiyorum aslında bu yazımda.
Konulardan birisi de atomaltı parçacık fiziği olduğu için atomun parçalanması, devlet siyaseti, bilim adamlarının savaşlara verdiği katkı gibi sorular karşıma çıktı. Yani yeni bilimsel gelişmeler insanoğlunun, karakterini, ahlakını ve psikolojisini nasıl etkiliyor? Asıl tartışacağımız konu bu ama biraz sabretmek gerekiyor. Ben yazılarımda bilimsel gerçekleri yazarken bile edebiyatla konuyu bağlamazsam hicap duyarım çünkü.
Atom bombasının insanlık tarihi ve insan üzerindeki psikolojik etkilerini en iyi anlatan kitaplardan biridir Yalınayak Gen...
Bir gün arkadaşım yazar Erol Hızarcı’yla sohbet ederken “Felsefe saf bilinçtir” demişti. “Edebiyat ve sanat ise bu bilinçle hayatı yeniden inşa etme durumudur. Yani sanat felsefenin beden bulmuş halidir.”
Bu sözünü o gün not düşmüştüm bir kenara. İnsan, edebiyatı gerçeği aramak için bir yol olarak kullanıyor ya da bir yol olarak görür aslında. Teorik olarak kaleme alınmış yüzlerce kitap okumuş olsaydım bile, Yalınayak Gen’de karşıma çıkan dokuz yaşındaki bir çocuğun gözünden o yıllarda yaşananları algılamam ya da tahayyül etmem mümkün olmazdı. Edebiyata, bilimden ve felsefeden ayrı olarak, duyularımız ve duygularımızın harekete geçmesiyle gerçeğe ulaşmanın bir yolu ve yöntemi olarak bakabiliriz. Zaten yazılarımdaki genel amaçlarımdan biri de gerçeklikten bu kopuşu dilimin döndüğünce aktarabilmektir. Post modern edebiyat, edebiyatla gerçeklik arasındaki bağı kopardığından bu yana işler hiç de iyiye gitmiyor maalesef.
Gerçekçi yazar, bireysel olaylarla görüngülerin ardında yatan çeşitli toplumsal güçlerin hareket ve karşı hareketin genel çizgisini ortaya koyar. Bunun için gerçekçilik yazarın gerçeklik bilgisine dayanır.
Shiller’den aktarıyor, Boris Suçkov, Gerçekçiliğin tarihinde. “Akıp giden görüngüleri yakalayabilmek için, insanın bu görüngüleri bir yasanın boyunduruğu altına alması, güzelim gövdesini kavram parçalarına ayırması ve yaşayan ruhunu ayrı bir söz çerçevesi içinde saklayıp koruması gerekir.” Gerçekle ilişkisini yitirmiş insanlar diyarında edebiyatın da bir rüyadan öteye veya sayıklamaktan öteye geçememesi çok normal.
Ernst Fischer “Sanatın Gerekliliği” adlı kitabında şöyle aksettirir konuyu;
“Gerçekçiliğin bütünü, özne ve nesne arasındaki bütün ilişkilerin toplamıdır. Yalnız geçmişteki değil, gelecekteki ilişkilerin; yalnız olayların değil, bireysel yaşantıların, düşlerin, sezgilerin, heyecanların, hayallerin toplamıdır. Sanat yapıtı gerçeklikle düş gücünü birleştirir.”
Yalınayak Gen’e geri dönecek olursak, atom bombası atılmadan hemen evvel Hiroşima’da başlıyor hikâye... Dokuz yaşında bir çocuğun gözünden savaş yıllarındaki Japonya’yı görürüz. Aile hayatı, mahalle hayatı, okul hayatı, sosyal hayat, iş hayatı... Savaş herkese yıkım, acı, işsizlik ve yoksulluk getirir. Bu sırada zenginlerin davranışlarını, savaş zenginlerinin ortaya çıkışını da izleriz.
Japon halkı, imparatoruna körü körüne bağlıdır ve onun birer askeridir adeta. Hitler’e duyulan bağlılıktan çok daha güçlü bir bağlılıktan söz ediyorum burada. Atom bombası atıldıktan sonra bile hala askerlerini ölüme gönderebilen “Güneş imparatoru” diye adlandırılan bir Japon imparatoru vardır karşımızda. Korelilerin ve Çinlilerin ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüklerine şahit oluruz. Çünkü o zamanlar Japonya tam bir emperyal güç olma yolundadır, Çin’i ve Kore’yi sömürge olarak görmektedir.
Atom bombasından sonra üzerinde yaşadığımız dünya, bir daha eski dünya olmamıştır. Sonrasında bir nükleer bomba daha atılmamış olsa da insanlık o bombanın yarattığı korkuyu hiç ama hiç unutmamış, daima yaşamaya devam etmiştir.
II. Dünya Savaşı bittiği halde Japon İmparatoru’nun “Savaş bitmedi” dediğini görürüz ve askerlerini kamikaze uçuşlarıyla ölüme nasıl gönderdiğine tanıklık ederiz. Savaş bittikten sonra başlayan yeniden yapılanma döneminde mafyanın insanlara neler yaptığını izleriz. Ancak en dehşet veren olay ise, savaştan sonra Japonya’nın Amerikalılar tarafından sömürge haline getirilmesi ve atom bombasıyla yaralananların birer kobay faresi olarak Amerikan doktorları tarafından kullanmasıdır.
ABKK, Amerikalıların bu iş için kullandıkları kurumun adıdır. Elbette bu süreçte pek çok yerli işbirlikçiyle çalışıyorlardı. Hatta günümüzde birçok Japon zengininin babası ya da dedesi Amerikan işbirlikçilerdendir. Bu hiç şaşmayan bir hakikattir maalesef. Sözde sağlık kuruluşu kisvesi altında çalışan bu kurum, aslında atom bombasının etkileri üzerindeki araştırmasını sürdürmektedir. Zira bombayı atan Amerikalılar da henüz ne gibi etkilere yol açabileceğini tam olarak bilmiyorlardı.
Kitabın hem yazarı hem çizeri olan Keiji Nakazawa, bu eserinde bizzat kendi yaşadığı deneyimleri aktarmıştır. Söz konusu bu çizgi roman, dünya çapında öyle büyük ilgi gördü ki neredeyse bütün dünya dillerine çevrildi. Sonrasında ise atom bombası karşıtları açısından kuvvetli bir argümana dönüştü.
Bazı bilimsel buluşların etkisi öyle büyük olur ki adına “devrim” demek çok da yakışıksız olmaz. Büyük bilimsel devrimler insanlık tarihini derinden etkilemenin yanı sıra insanların gündelik hayatlarını, ahlak ve düşünce sistemlerini bile değiştirirler.
Örneğin tarihini tam olarak bilmiyor olsak da yerleşik hayata geçmeyi sağlayan Neolitik devrim (çanak çömlek devrimi) 10 bin yıldır insanlığın her şeyini değiştirmiştir.
Arkeolojinin büyük bilim insanı Gordon Childe“Kendini Yaratan İnsan”adlı kitabında neolitik devrimin büyük etkilerini, nüfus hareketlerinden yola çıkarak açıklar. Neolitik devrimle birlikte insanlık tarihi, grafik üzerinde doksan derecelik bir açık yaparak nüfus patlaması yaşıyor.
Yine neolitik devrimle birlikte avcı-toplayıcı düzenden, yerleşik düzene geçen insanlık böylece mülkiyet kavramının doğuşuna tanıklık ediyor. Kendi yiyeceğinden fazlasını üretmeyi ve saklamayı öğreniyor. Üretim sistemi, ruhban sınıfını da beraberinde doğuruyor, yani çalışmadan yaşayan insan sınıfını... Bu süreç soylular sınıfının da doğmasına yol açıyor.
Mülkiyetle birlikte mülkiyeti korumak için hem ruhban sınıfı, hem soyular hem de asker sınıfı doğmuş oluyor. Bu konuda daha derin okuma yapmak isteyenlere Gordon Childe’i okumalarını öneririm.
Neolitik devrim bir şeyi daha değiştirmiştir.
Kadınla erkek arasındaki ilişkiyi...
Anaerkil toplumdan ataerkil topluma geçişin kapıları neolitik devrimle açılır. Kadın erkek ilişkisinde kadının varlığının tamamen yok olmasını ve mutlak hakimiyetin erkeğe geçmesini izleriz tarih sahnesinde.
Yerleşik düzenle birlikte kadın artık eve hapsolur. Evlilikleri de sadece aileler beliremeye başlar.
Konumuz 20 yüzyıldaki bilimsel gelişmeler ve yansımaları olacağı için birkaç örnek daha verip asıl konumuza döneceğim hemen.
Pek az insanın bildiği bir devrimden bahsedeceğim.
Üzengi Devrimi.
At sırtında göçebe bir hayat yaşayan halklar, atlarına yerleştirdikleri üzengilerle dünya tarihini değiştirmişlerdir.
Nasıl mı?
Üzengi devriminden önce Roma savaş arabaları kullanılırdı. Bir kişi arabayı sürerken arkada oturan diğeri ok atardı. Antik Yunan’da da, Mısır’da da bu arabaları görürüz.
Üzengi devrimi çıplak bir at üzerinde hızla ilerleyen bir savaşçının hem atı kontrol etmesi hem de ok atabilmesini sağladı. Göçebe toplumlar bundan sonra daha fazla savaşçıyla vur kaç taktiğini geliştirerek çete savaşlarıyla, düzenli orduları bile dize getirir hale geldiler. Roma’nın yıkılışında bunun çok büyük etkisi olmuştur. Hunların sebep olduğu Kavimler Göçü ile beraber direncini kaybeden Roma, kısa süre sonra çökmüştür.
Mezopotamya medeniyeti, Mısır medeniyeti, Girit medeniyeti, Yunan medeniyeti ve Roma medeniyetiyle düz bir çizgi üzerinde ilerleyen tarih, Atilla ve üzengi devrimi etkisiyle çok uzun sürecek bir orta çağ karanlığına hapsolmuştur.
Orta çağ, insanın ahlakını, bilimi, sanatı, kadın erkek ilişkilerini, her şeyi kökünden değiştirmiştir.
Bakın bir üzengi nelere kadir ama değil mi?
Gelelim Kopernik Devrimi’ne.
1543 yılında Dünya Merkezli Evren Modeli olarak adlandırılan bir model yıkıldı. Yerine Güneş Merkezli Evren Kuramı geldi.
Düşünce tarihinin en önemli değişimlerden biridir bu. Batı’da yeni düşünce dünyasının temellerini de içermektedir. Artık insan güneşin etrafında dönmektedir, yaşadığı dünya her şeyin merkezi değildir. Bu bilgi, insanın evrendeki yerini kökünden değiştirmiştir.
1900’lere geldiğimizde Fort Modeli bant sistemi üretimiyle birlikte büyük bir devrim daha gerçekleşmiş oldu. Seri üretim modeli doğdu... Ancak seri üretim, insanın mekanikleşmesine ve kendi emeğine yabancılaşmasına neden oldu.
Bant sistemi üretim modelinden önce, en başından en sonuna kadar üretimin başında bulunabilen işçi, artık bandın üzerinde ilerleyen, hiç tanımadığı bir ürünün sadece bir vidasını sıkmakta olan bir makinaya dönüştü. Emeğine ve yarattığı ürüne yabancılaşan insan böylece kendine ve insanlığa da yabancılaşmaya başladı. Seri üretim modeli de insanın hayatında, ahlakında, ilişkilerinde ve psikolojisinde çok büyük değişimlere yol açtı.
Artık atomun parçalanmasına, atom altı parçacık fiziğinin insanlık tarihi üzerinde neden olduğu değişimlere gelelim.
Atomun parçalanması, sadece yok edici, güçlü bir silah doğurmadı. Aynı zamanda insanın, inancının da parçalanmasına neden oldu.
Temel şartlarda bir bütün olan ve bütünün tüm özelliklerini taşıyan atom, birdenbire parçalanıvermiş ve ortaya belirli bir sistemi takip etmeyen, ani yer değişikliklerine ve bilinmezliklere bırakmıştı yerini.
1929 yılında E. Hubble tarafından gözlemlenen bir olgu insanoğlunu farkında olmadan dehşete sürükleyecekti. 1543 yılında zaten güneş sisteminin merkezi olmadığını, dünyanın kendi çevresinde dönmediğini öğrenen insanlık şimdi de kozmosun sürekli genişlediğini öğrendi. Kozmos öyle büyük ve öyle sonsuzdu ki, insan ister istemez kendini bir toz zerresi gibi hissetti. Elbette 1929’da hemen başlamadı bu psikolojik süreç... Zamanla sonsuzluğun içinde küçülmeye devam etti.
Ne gariptir ki tarihin en büyük iktisadi bunalımını da yine aynı yıl, iliklerine kadar yaşadı insanlık. Bu uzun iktisadi bunalım, dünyada iki sistemi, bir nasyonal sosyalizmi yani faşizmi doğuracaktı, diğer yandan da planlı ekonomi uygulayan Sovyetler birliğini büyütecekti.
Kaos yasasının keşfiyle birlikte işler daha içinden çıkılmaz bir hal aldı. Bu teori de yazık ki nedensellikle kestirebilirlik arasındaki bağları kopardı.
Çünkü özü , olayların rastlantı eseri meydana geldikleri değil, kesin olarak açıklanabilir amaçların yarattığı Etkilerin önceden kestirilmeyeceği idi.
Sigara dumanının havada yaptığı şekiller tamamen düzensiz ve bağımsız rastlantılar şeklinde görülebilir. Ancak bir teorik fizikçi dumanın bu dinamiğinin aslında ortamdaki birçok parametreyle belirlendiği görüşündedir. Girdiler o kadar çoktur ve o kadar değişkendir ki incelemek ve net bir kanıya varmak imkânsızdır. Parametrelerin bu denli değişken olması, aslında o parametrelerin aynı zamanda bir çıktı olmasından da kaynaklanır. Dumanın hareketine neden olan hafif bir hava akımı, aslında odanın başka yerindeki bir sıcaklık değişikliği ve basınç farkının neden olduğu bir harekettir. Ayrıca dumanın dinamiğini etkileyen girdiler birbirlerine bağlı olabilirler ki bu durumu tam anlamıyla içinden çıkılmaz hâle sokar.
Hava akımının yalnızca sıcaklık değişiminden kaynaklandığını farz edelim ki pratikte milyonlarca etkenden sadece biridir. Sıcaklık değişimi ortamda basınç farkı yarattığından hava akımını etkiler. Ancak oluşan hava akımı sıcaklıkta tekrar değişimlere neden olacağından farklı girdilerle tekrar bir fonksiyon oluşturur ve bu değişim sonsuza kadar devam eder. Birçok farklı girdinin sürekli değişerek fiziksel değişimler ve farklı düzenler yaratması ve bu düzenlerin yine kendisini etkilemesi insan zekasının ve günümüzdeki gözlem ve bilimsel tahmin yeteneklerinin çok çok üstünde olmasından dolayı kaos olarak nitelendirilir.
Bütün bu belirsizlikler, evrenin genişlemesi, kaos teoremi, atom altı parçacıklarının belirsiz hareketi, insanlık için gerçekliğin kaybolması, insanın kendini evrende tek başına ve çaresiz hissetmesine yol açtı. Bir insanın elinden gerçekliğini alırsanız, yolunu şaşırır.
Bütün bu gelişmeler aynı zamanda bilimi, kişisel gelişimcilerin kucağına atmıştır.
Bakınız büyük fizikçi Max Planck konuya nasıl açıklıyor;
“Tarihin eşsiz bir anında yaşıyoruz. Bu sözcüğün tam anlamıyla kriz anıdır. Ruhsal ve maddi uygarlığımızın her dalında kritik bir dönüm noktasına gelindiğini görüyoruz. Bu hayalet, kendisini sadece kamusal hayatta değil, aynı zamanda kişisel ve toplumsal hayattaki temel değerlere yönelik genel tutumda gösteriyor… Put kırıcı, artık bilim mabedini de istila etmiştir. Bu günlerde birileri tarafından reddedilemeyen pek az aksiyom var. Ve aynı zamanda neredeyse her anlamsız teori, şurada ya da burada kendisine neredeyse kesinlikle inananlar ve müritler bulabiliyor.”
Bilimin ilerlemesi, bant sisteminde olduğu gibi bilimin parçalara ayrılmasına, yani her parçanın, her konunun kendi uzmanının oluşmasına yol açtı.
Matematik alanında, fizik alanında, astronomide sadece kendi alanını bilen ama bilimin bütününden bihaber uzmanlar doğmaya başladı.
Büyük sanayi devrimi sırasında bir berber aynı zamanda büyük bir teknoloji bulucusu da oluyordu. Bir işçi kendi mekik sistemini oluşturuyor başka bir köy dişçisi yeni bir icatta bulunabiliyordu. Bilim ve insanlık iç içeydi, henüz birbirine yabancılaşmamıştı. Ancak artık bilim insanla ayrışmıştır. Hatta her bilim kolu, diğer bilim koluna bile yabancıdır.
Bunca bilimsel gelişmişlik içinde yaşayan insan, bir gün ormana tek başına bırakılacak olsa hiçbir şey üretmeyecek hale getirilmiştir. Üst düzey bir bilim insanı bile, ormana bırakıldığında tek başına ne üretebilir sizce?
Özet olarak bilim ve insan ilişkisi hakkında sanırım rahatlıkla şunu söyleyebiliriz; Bilim insanlığı ileriye doğru taşısa da gericiliğin elinde tehlikeli bir silaha dönüşüyor. Bilim ile insanlığın aynı düzlemde ilerlemesi gerekiyor ki, insanlığa faydalı olabilsin. Bilimden beklediğimizi insanların daha az yoksulluk çekeceği ve zamanını daha özgürleştireceği yönünde… Zamanı boşalan insan da o boş zamanını estetize ettiği sürece ilerlemeden söz edebiliriz. Kazandığı boş zamanı depresyon ve işe yaramazlık olarak ruhuna alırsa, insanlık daha da karanlık bir çukura doğru ilerleyecektir.
Tüm zamanların çok ötesinde bir ortak akla sahip olan insan, ne kadar birey olarak tek başına eve kapansa da her konuda başka bir insana ihtiyaç duyar hale gelmiştir. Söz konusu bu gelişmeler, insan ahlakında, davranışlarında ve psikolojisinde derin yarıklar açmakta ve dönüşümlere sebep olmaktadır.
Yaşanan dönüşümün ne yönde olacağını şuan kimse kestirememektedir. Genel kanı eskiye özleme dönüşüyor olduğu yönünde. Fakat en tehlikesi eskiye özlemdir.
Artık insanlık kişisel gelişim zırvalıklarının en temel ve en işlevli söylemi kabul edilen “Ben özelim, ben değerliyim” saçmalığının kölesidir adeta. Yüzeysel olarak her ne kadar böyle söylemeye ve inanmaya devam etse de, genişlemeye devam eden bu sonsuz evrende bir toz zerresi olmaktan kendini kurtaramayacağını biliyor aslında. İşte tam da bu yüzden içine düştüğü derin ve karanlık çukurdan bir türlü çıkamıyor. Çünkü insan kendisine yalan söyleyemiyor, yalan söylese de içindeki gerçeklik onu rahatsız etmeye devam ediyor. Hiç kimse kendi gerçeğinden kaçamaz.
İnsan, doğuşundan itibaren oluşturduğu ortaklık fikrinden koptu. E. Franklin’in işaret ettiği gibi gerçek bir amaca da bağlanamamış olduğundan, toz zerresi olduğu haliyle yüzleşmesi yaralayıcı oluyor. Bu halden kurtulmanın tek yolu, gerçek bir amaca bağlanmak ve yeniden bütün insanlıkla ve doğayla bütünleşmektir. Yeni ortaklaşmacılık fikrini çalıştırmadan, bu kör kuyunun içinden çıkamayacağını anlamalıdır.
Yorum Yazın